8 Şubat 2008 Cuma

İslam'da Mükellefiyet

Mükellefiyet, islam dinine girmiş olanların (yani müslümanların) yapması gereken sorumlulukları demektir. Mükellef ise, sorumlu olan (müslüman kişilere) denmektir. Mükellef (yani sorumlu olan kişi), sorumluluklarını bilmesi gerekir. Sorumluluğunu bilmeyen bir kimse hem halk tarafından hemde HAK tarafından hoş karşılanmaz, hatta kınanır.
İslam dininde, sorumluluklar derece derecedir. Bu dereceler arasındaki mesafe, birbirinden ayrı ve farkı açık olan büyük alan ve mesafeler gibidir. Yazımızı okudukça anlıyacağınızı umuyoruz.
Mükelleflerin yapması gereken sorumluluklar fıkıhta, Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Mübah, Mekruh, Haram, Müfsid terimleriyle bilinmektedir. Her müslümanın Farz nedir, vacip nedir, sünnet nedir vs. bunları bilmesi gerekir. Bunları bilmek demek, sorumluluklarını bilmek demektir.
Bir müslüman, Allah'ın bir ve tek olduğuna iman ettikten sonra, islamiyeti kabul etmiş ve bu dine girmiş olur. Müslüman, islam dinine girmekle bazı sorumluluklarıda beraberinde getirir. Bu sorumlulukları yukarıda saydık. Hepsine birden fıkıhta Efâl-i Mükellefîn denmektedir.
Efâl-i Mükellefîn hakkında detaylı bilgileri edinerek dinimizi öğrenmeli, hatalı ve yanlış yaptığımız şeylerin farkına vararak kendimizi düzeltmeli, işin hikmetini, sorumluluğun ciddiyetini bilerek, anlayarak, öğrenerek yaşamalıyız ki kulluğumuzu olgunlaştıralım. Kulların birbirinden üstünlüğü olgunluk makamıdır. Kim kulluk bakımından olgunluk derecesini yükseltmek için, Allah rızasına ulaşmak ve ona yakınlaşmak için çabalarsa muhakkak onun yaptığı bu ameller boşa gitmeyecektir. Çünkü Allah için yapılan hiçbir amel boşa gitmez..

İslam'da Şeriat

Şeriat, Allah'ın kanunlarına denen fıkıh terimidir. Doğru yol, hak din yolu, nur, aydınlık ve ışıktır. Peygamber efendimiz (Sav) 'in Allah-u Tealadan aldığı emir ve yasakları insanlara gösterdiği yoldur. Bu yoldan başka bir yola giren kimseler apaçık bir sapıklığa doğru, helake doğru sürüklenmektedir.
Müslümanım diyen, Şeriat'ı kabul etmiş demektir. "Ben şeriatçı değilim" demek çok tehlikelidir, direkt dinden çıkarır. Bunun anlamı "Ben Allah'ın kanunlarına uyanlardan değilim" demektir. Allah'ın kanunlarına uymayanlar ise, çok pişman olacakları bir yola sürüklenirler. Bilmeden yapan kimseler ise, kelime-i şahadet getirerek imanını tazelemeli, tövbe ve istiğfar etmeli, ayrıca birdaha böyle yapmamak için samimiyetle Allah'a bağlanmalıdır.
İnsanların çoğu, cahilliklerinden dolayı ŞERİAT'ın ne olduğunu bilmeden ileri geri konuşanlar büyük bir hata yapmaktadır. ŞERİAT'ın ne olduğunu öğrenmek, bilmek ve bilmeyenlere de öğretmek anlatmak gerekir. Kesin olarak inanılması gereken şeyleri bilmeden anlamadan kötülemek, o kişiyi kötü yola sokar ve pişman olacağı şeyler yaptırır. Bilmeden boşu boşuna amelleri yok olur.
Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir. (Mâide suresi, 48. ayet)
Sonra da seni din konusunda bir şeriat sâhibi kıldık. Sen ona uy ; bilmeyenlerin isteklerine uyma. (Câsiye suresi, 18. ayet)
Şeriat, Allah'ın kanunlarıdır dedik. Peki nedir bu kanunlar ?Allah'ın kanunları, emrettiği nizam ve intizamlardır. Örneğin Allah'ın helal kıldıkları şeyler şeriat kanunlarındandır. Haram kıldığı (yani yasakladığı şeyler) yine onun kanunlarındandır. Emrettiği şeyler ve yasakladığı şeylerde onun kanunlarındandır.
Bir ticaret yapıldığında nasıl ki işyeri için devletin izni, ruhsatı, vergisi vs. ödenmesi ve onların kanununa uyulması gerekiyorsa, nasılki bu kanunlara uyulmadığı taktirde işyeri kapatılıyor veya ceza veriliyorsa, aynı şekilde Allah'ın kanunlarında da bu tür olaylar vardır. Örneğin (Allah adına) yalan yere yemin etmek Allah'ın kanununda (yani şeriatte) yasaklanmıştır. Bu yasak çiğnenirse cezası uygulanır. Fıkıhta, bu tür cezalara KEFFARET denir.
Yemin konusunda Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti, ailenize yedirdiğinizin (kalite bakımından) orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz." (Mâide suresi, 89. ayet).
Gördüğünüz gibi, kasıtsız olarak yapılan yeminlerden dolayı sorumlu tutulmayacağımızı, bilerek yapılan yeminlerden sorumlu tutacağımızı Allah(cc) bize bildiriyor. Eğer yine de böyle bir hata yaparsak cezasını söylüyor. Ya 10 fakiri (kendi ailemizin normal gideri gibi, orta hallisinden) yedirmek, yahut 10 fakiri giyindirmek, yahut 1 köleyi serbest bırakmak gerekir. Bunları yapamayan veya bulamayan üçgün oruç tutmalıdır. (Burada anlatılanlarda sıraya riayet edilir. Eğer birisinde imkanı yoksa diğerine bakılır. Herhangi birisini seçmek yerine, sıraya uymak daha iyi olur.)
Yukarıda anlatılan ölçüler, Allah'ın kanunlarından sadece bir tanesidir. Bu kanunlara uyup uymamak insanların cüz-i iradelerine bağlıdır. Eğer bir müslüman, Allah'tan korkuyorsa zaten yalan yere yemin etmez. Ancak etmişse bile bu keffarete uyar. Eğer bu keffaretide yapmazsa, cezası ahirete kalır.Bir cezanın ahirete kalması demek, büyük bir kayıp demektir. Örneğin bu olay için, "Ya Rabbi! Ben pişmanım, yalan yere yemin ettim, affet." deyip, üç gün oruç tutarsa bunun cezasından kurtulur (Allahu alem). Ancak ahirete kalırsa, daha fazla bedel ödemek zorunda kalabilir. Çok pişman olursada, iş işten geçmiştir. Fakat, Allah celle celaluhu affederse o başka..
Farkettiniz mi, Allah(cc) bir cezayı ibadetle telafi ettiriyor. Oruç tutmak, fakirleri yedirmek, köleleri serbest bırakmakta çok faydalı ve faziletlidir. Demekki iyilikler, kötülükleri yok eder.
...Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir... (Hûd suresi, 114. ayet)
Sonuç olarak bir müslüman, şeriate (yani Allah'ın kanunlarına) uymalıdır. Uymaz ise, hiçbirkimseye zarar veremez. Bilakis, kendisi zarar görür ve pişman olur.
Şeriat, insanların Yasasından üstündür. (Yani Allah'ın kanunları, insanların kanunlarından üstündür) Eğer insanların kanunlarında, Allah'ın kanunlarını çiğneyecek şeyler var ise onlara itaat edilmez. İsterse devlet olsun, isterse anne baba olsun Eğer Allah'ın kanunlarını çiğnetmeye emir verirlerse onlara itaat edilmez.
Biz elhamdülillah hem müslümanız, hemde şeriati kabul etmişiz. Allah'ın emirleri başımız üstünedir..

İslam'ın Anahtarları

Bildiğiniz gibi anahtarlar, kapalı olan bir yeri açmak için kullanılır. İslam anahtarları dememizdeki gaye mecaz anlam kullanarak olayı daha iyi analamak ve anlatmak içindir.
İslam Sarayımızın kapısında KÜFÜR KİLİDİ vardır. Sarayın dışındakiler hüsranda, içindekiler huzurdadır. Eğer bu saraya girmek istiyorsak, kapısındaki kilidi kırmak zorundayız.
İşte! En Önemli Anahtarımız
Kelime-i Şahadet. Kilidi kırıp huzura kavuşmak için imanımızın beyanıdır. Allah'tan başka ilah olmadığına şahitliğimizdir. Hz. Muhmmed Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik oluşumuzdur. İyiliklere yönelten, kötülükleri mahfeden islam anahtarıdır. İşte o anahtar şahadet sözlerimizdir.
(Kelime-i şahadet hakkında bilgi alamak için tıklayın)(İslam sarayı hakkında bilgi alamak için tıklayın)
Biz inandık, iman ettik. Şahitlik yaptık. Yaratılış gayemizi anladık. Nereden gelip nereye gideceğimizi anladık. İslam bize herşeyi öğretti ve öğretiyor. Haberleri yalancılardan değil Allah ve Rasulünden öğrenmeye gayret ediyoruz ve edeceğiz. Yalancılık hem dünyada hem ahirette bize hiçbir fayda vermez. Aksine zarar verir. İbretliklerle tecrübe edilmiştir, sabittir. Her amelin karşılığı muhakkak vardır. Allah için yapılan zerre kadar iyilik bile, karşımıza o derece büyük çıkacak ki biz bile şaşıracağız. Ancak niyetleri doğru tutmak gerekir. Niyetler Allah rızası için değilse, o kimse korksun.

Kötülükleri yoketmek
Bildiğiniz gibi birçok şeyin muhakkak zıddı vardır. Kötülüklerin zıddı da iyiliklerdir. Kötülükleri yok edip iyiliklere yönelmek gaye edildiğinde, dosdoğru yola girmiş oluruz. İşte bu iyilikler İslam'ın emrettiği iyiliklerdir. Size, bize ve bütün insanlara göre iyilikler değişik değişik olabilir. Ancak ölçümüz Kur'an ve sünnet olmalıdır.
Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır. (Hûd, 114)
....Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever. (Maide, 13)
Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezâlandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar. (En'âm, 160)
...Çünkü Allah, iyilik yapanların mükâfatını zâyî etmez. (Tevbe, 120)
İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar. (Mu'minûn, 61)

İyilik Edenlerin Mükâfâtı ??
Onlar için Rableri yanında diledikleri her şey vardır. İşte bu, iyilik edenlerin mükâfatıdır. (Zümer, 34)
Bu ayet sanki herşeyi açıklıyor. Rableri yanında diledikleri herşey vardır....

İslam'ın Kilitleri

İslam, huzur, barış, mutluluk ve rahatlık dinidir. En kolay dindir. Bu dini yaşamak insana hem maddi hemde manevi bir haz ve lezzet verir. Ancak kalbi hasta olanlara ağır gelir. Kalp, yürek dediğimiz et parçasındaki manevi bir güçtür. Akıl, yönetim, denge, ilham, vesvese gibi şeyler kalpte toplanır. Eğer kalbimizi Allah'ın istediği gibi eğitirsek dinimizi rahatlıkla yaşayabiliriz. İmanımızı kuvvetlendirdiğimiz zaman ne kadar çok bize engel olmak isteyen kişiler olsada biz davamızdan vazgeçmediğimiz müddetçe şeytan bile bize zarar veremez.
İslam'ın huzur ve mutluluğu, niçin yaratıldığını bilme duygusu, yalan ve düzen bozma gibi şeylerin yasaklanması elbetteki hepimizin faydası için emredilmiş ve tavsiye edilmiştir. Ancak bilelimki KİLİTLEMEMİZ GEREKEN ŞEYLER VAR !
NELERİ KİLİTLEYECEĞİZ ?
Kötü ve çirkin olan, Allah'ın ve Rasulünün beğenmediği, yasakladığı şeyleri yapmamak, elbette bizim için en önemli vazifelerdendir. Bu çirkin ve beğenilmeyen şeylerden kaçınmak TAKVA dediğimiz bir dini terimle bağlantılıdır. Kim kötülüklerden sakınırda Allah için iyilik işlemekte birbiriyle yarışırsa, o kimselere müjdeler olsun.Kilitlememiz gereken şeyler bütün kötü, çirkin, ahlaksız, hoş karşılanmayan, beğenilmeyen şeyleri terketmek olduğunu bilelim. Haramlar azdır. Mübahlar ve helaller çoktur. Mübahlar (izin verilenler), Helaller (Temiz olanlar ve yapılması daha hoş olanlar) hem Allah'ın sevgisine hemde Rasulünün sevgisine sebep olur. Neden Allah'ı sevindirmek yerine haramlara yönelelim ki ? Bu yüzden kötülükleri kilitleyeceğiz (terk edeceğiz)...
ZORLANIYORUM..
Eğer kötülükleri kilitlemekte zorluk çekiyorsanız nasihat dinleyin, Ölümü düşünün, Allah'ı hatırlayın. Yine de olmuyorsa Namazda huşuyu (samimiyeti) sağlayın. Dinde gevşeklik ya sabit bırakır ya da geri gitmemize neden olur. Ancak samimiyet ise bizi daima ileri götürür. Bizi ileri götüren şeylerle uğraşmazsak zarar ederiz, zorlanırız.Bu zorluklardan kurtulmak için DİNDE GEVŞEK OLMAMAK gerekir.
KİLİTLER GEVŞEK İSE..
Kilitlediğimiz bazı kötülüklerin gevşek olması tehlikedir. Eğerki terkedilen kötülükler ile karşı karşıya kalınırsa bir nevi nefisle cihat yapılmış olur. Amaç kötülüğü yenmek ve iyiliklere yönelmektir. Kilitlerin gevşek olması demek, halen kötülüklerle bir bağlantının olması demektir. Bu bağlantı tamamen koparılmadığı müddetçe kâmil (olgun) bir imanı elde edemeyiz. Olgun imana kavuşanlar artık kolaylıkla kötülüklerle baş edebilirler.
EN BÜYÜK KİLİT
En büyük kilit, küfre karşı olmalıdır. Küfür, dinden çıkaran ve inkarcıların tarzıdır. Bir mü'mine inkarcılık ve küfür hiçbir şekilde yakışmaz. Bu yüzden dinden çıkarır. Neden mi? Çünkü Allah'ın emir buyurduklarına karşı çıkmak isyan, yapmamak itaatsızlık, dikkate almamak ise önemsememesinden kaynaklanır.
Kötülüğe giden kapılara kilit vurmalı, iyiliklere doğru yol almalıyız. Eğer hedefimiz dosdoğru yol ve amacımız Allah rızası ise, müjdeler olsun...

İslam Sarayı

Sevinmek lazımken niçin ağlarsın?
Resulullah efendimiz Arafat dağında, Kusva adlı devesine binmiş halde dururken, meal-i şerifi (Bugün dininizi ikmal ettim. Size verdiğim nimetleri tamamladım. Din olarak size İslam dinini beğendim) olan, Maide suresi, 3. âyet-i kerimesi nazil oldu. Herkes sevindi, fakat Ebu Bekri Sıddık ağladı. Dediler ki, ya Eba Bekir, bugün sevinmek günüdür. Bu sevinmek icap eden hâle niçin ağlarsın ki, İslam dini kemal buldu. Allahü teâlâ müminler üzerine nimetini tamamladı. Ebu Bekri Sıddık ârif ve gayet akıllı bir sultan idi. Resulullaha çok fazla muhabbeti olduğundan, daima ahvali şeriflerine dikkatli idi. Buyurdu ki: (Her kemalin zevali vardır. Bu âyet-i kerimede size dinin kemali göründü. Ve lakin bana Resulullahın zevali [ayrılışı, vefatı] göründü. Bir yapıcı, bir padişah için, saray yapıp, dört duvarını tamam eylese ve üstünü örtse, kapılarını assa, o yapıcıya destur verirler. Resulullah yapıcı idi. Din sarayını yapmaya gelmiş idi. O saray din sarayıdır ki, beştir.
Birinci duvarı namazdır.İkinci duvarı zekattır.Üçüncü duvarı oruçtur.Dördüncü duvarı hacdır.Kapısı gusüldür.Temeli imandır.Tavanı ihlasdır.Aşağı eşiği tevazudur.Üst eşiği yavaşlıktır.Sağ kanadı tevekküldür.Sol kanadı temelluktur.Kilidi küfürdür.Anahtarı şehadettir.Derecesi rifattır.İçi saadettir.Dışarısı şekavettir.
Her kim ki şehadet anahtarı ile İslam sarayı kapısından küfür kilidini kırarak, içeri girdi ise, saadet onundur.Her kim, Allahü teâlâ korusun, küfür kilidini bu saray kapısına vurup, dışarıda kaldı ise, şekavet onundur. Resul-i ekrem ne zaman ki bu İslam sarayını yapıp, kemaline yetiştirdi, bu âyet-i kerime nazil oldu. Dolayısıyla, Resulullahın aramızdan ayrılık vakti geldi diye ağladım.) Resulullah veda haccı yapıp, Medine'ye geldikten seksenüç gün sonra vefat etti.

İslam Dininin Temelleri

İslam dinine mensup olan müslümanların (yani iman edip kabul etmiş olan mü'minlerin) ilk yapması gereken sorumlulukları, yaratılış gayemiz olan ibadetlerdir. İbadet deyince Allah rızası için yapılan herşey, bu konunun içine girmektedir. Ancak özellikle yapılması emredilen ibadetler, diğer ibadetlerden şüphesiz üstündür.
Yapılması emredilen (farz olan) şartlara İSLAMIN ŞARTLARI diyoruz.
İSLAMIN ŞARTLARI
İslamın şartı 5 tir. Bunlar;
Kelime-i Şahadet Getirmek
Namaz Kılmak
Oruç Tutmak
Zekat Vermek
Hac Yapmak
Güzel Allah'ımızın, bize kendimiz için hayırlı olacak ve kendi katında değer verdiği en önemli ibadetler bunlardır. İbadetlerin sultanıdır. Birinci maddedeki (Kelime-i Şahadet) imanımızın, şahit olduğumuz (bir nevi söz vermek) olduğunu biliyoruz. İkinci maddede gelen NAMAZ ise, bir müslümanın en çok dikkat etmesi gereken ibadetlerdendir. Namazda gevşeklik ve terketmek harama sürükler, inkar etmek ise dinden çıkarır (dinin kesin ölçülerini inkar etmek, dinden çıkarır).
Namaz, Allah'ı anmak için en tesirli ibadettir. Tekbiriyle Allahı yüceltir, Kıyamıyla saygıda ayakta bekler, Kıraatiyle Allah kelamını okur, Rükusuyla Allah'ın huzurunda eğilir, Secdesiyle Alnını yere koyar ve oturuşuyla edep üzere, ilahi huzurda kulluk vazifesini yerine getirir vaziyetteki bir ibadet, Allahın en çok hoşuna giden amellerdendir. Önemli olan niyetimizin sağlamlığıdır. (Yeterki niyetimiz Allah rızası için olsun)
Zekat ve hac şartları ise, maddi durumumuzla bağlantılı ibadetlerdendir. İkisindede çok hayır vardır. Zekat ile fakirlik-zenginlik dengesi sağlanır, Hac ile Kıblemiz olan Kâbe ziyaret edilir, Peygamberimizin yaşadığı ayak bastığı topraklar beldeler görülmüş hatırlatılmış olur ve imanımızı artırmış olur. Bu yüzden hiçbiri kesinlikle gereksiz değil, aksine bizlere lazım olan şeylerdir.
İslam'ı güzel bir biçimde yaşamak istiyorsak, şartlarına uyarak ve uygulayarak huzura kavuşabiliriz. Hepsi bizim elimizde.Huzur İslamda..

Müslümanlık

Müslüman Nedir?
Müslüman = İslam olan.İslam dinine inanmış kimselere müslüman denir.
Müslümanlık Nedir?
Müslüman'ın dini ölçülerle yaşamasını ifade eden bir terimdir.Müslüman bir kimse eğer dininin gerektirdiği şeyleri yerine getirmekte hata ve yanlışlıklar yaparsa diğer bütün müslümanlığın suçu değil, o kişinin müslümanlığında bir sorun var demektir. Her müslüman, müslümanlığını en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmalı ve gayret göstermelidir.
Nasıl Müslüman Olunur ?
Müslümanlık büyük bir şereftir. Kimisi anne babasının müslümanlığından dolayı müslüman olur. Kimisi de sonradan müslüman olur. Önemli olan bu dine girip Allah'a ve emirlerine inanarak, ebedi hayata hazırlanmaktan ibarettir.
Müslüman olmak için, Allah'ın BİR ve TEK olduğuna inanmak, Onun yarattığı meleklerine inanmak, Onun indirdiği kitaplara inanmak, Dini tebliğ etmek için gönderdiği peygamberlere inanmak, ölümden sonra tekrar dirileceğimize ve hesap vereceğimize inanmak, Kaza ve Kader'in Allah'ın dilemesiyle olduğuna inanmak ilk şartlardır. Bunlara İMANIN ŞARTLARI diyoruz. Bunlara inanmak farzdır.
İman ettiğini (yani inandığını) kalp ile tasdik dil ile tekrar etmek gerekir. Kalp ile tasdik demek, Yukarıda sayılan İMANIN ŞARTLARI'na kesin olarak kalben inanmak, şüphe duymamaktır. Dil ile tekrar ise Kelime-i Şahadet'tir.
Kelime-i Şahadet:
Eşhedü en-lâa ilâhe illallâah. Ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Rasûluhû.
Anlamı: Ben Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki Muhammed (sallallâhu aleyhi vesellem) Allah'ın kulu ve rasulüdur.
Eğer İmanın Şartlarına kalben inanıp, Kelime-i Şahadet'i de söylerseniz, İnşallah Müslüman oldunuz demektir.

Müslümanın İlk Yapması Gereken Şeyler Nelerdir ?Müslüman olan kişi, İslam dinine girmiş olur. İlk yapması gereken şeylerden en önemlisi dinini öğrenmesidir. İkincisi öğrendiğini uygulaması, Üçüncüsü ise, samimiyettir. İslam dininde bir takım farzlar (emirler) vardır. Bu emirler herhangi bir insan veya varlık tarafından değil, bir ve tek olan Allah tarafındandır. (Yani kısacası, Allah'ın emirlerine Farz Denir)
Müslümanlar ilk olarak FARZ'ları öğrenip uygulamaya koyulmalıdır. Bu farzların en önemlileri İSLAMIN ŞARTLARI'dır. (Bilgi için tıklayın)

Müslümanlık Nasıl Yenilenir, Tazelenir ?
Namaz kılan bir müslüman, zaten her namaz kıldığında TAHİYYAT oturuşundaki okuduğu dua'da, kelime-i şahadeti söylemektedir. Kelime-i Şahadet, kalben inanarak söylendiği taktirde müslümanlık sözleşmesi yapılmış veya tazelenmiş olur. Bu sözleşmeye sadık kalmak, aklı başında olan her müslümanın sorumluluğudur. Müslüman, sözünde durmalıdır.
İman eden müslüman, İSLAMIN ŞARTLARINI yapmazsa ne olur ?İslamın şartlarından ilki kelime-i şahadettir. Bunu tastik etmeyen kimse müslüman değildir. Diğer şartlara gelince, iman etmiş bir müslüman namaz kılmazsa, oruç tutmazsa, imkanı olduğu halde zekat vermezse, hacca gitmezse müslümanlıktan çıkmaz, kafir olmaz, kafir denmez.Ancak çok büyük bir eksikliktir. Yaratılma gayesine uygun düşmez, nankörlüğe, şükürsüzlüğe, boş ve faydasız olan şeylere, yasak ve haram olan şeylere sürüklenir. Elbetteki Allah'ın bizim yaptığımız ibadetlere kesinlikle ihtiyacı yoktur. Yapılan ibadetler, kişinin kendisine fayda veya zarar verir. Hele Namaz gibi çok büyük bir ibadetin noksanlığı insanı helâke sürükler. Nitekim imanın en büyük alameti kelime-i şahadetten sonra, NAMAZ'dır.

Din Nedir - İslam Nedir ?

DİN NEDİR ?
İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır.Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır.İnsanların cemiyet hayatında barış içinde ve kardeşçe yaşamalarını sağlar, hakiki saadete ulaştırır. Dinin zayıfladığı cemiyetlerde ırkçılık ve ihtilâlci ideolojiler yayılır. Milletin birlik ve dirliği bozulur.
Cenab-ı Hakk'ın Dergâh-ı Uluhiyyetine kulluk edasına vesile ve medar olan ibadet, İslâm, Şeriat'tir.
O halde, Din, dünya ve ahiret hayatında huzur ve mutluluk veren, bir düzendir. Bu düzen, Allah(cc)'ın koyduğu emir ve yasaklar ile ölçülenir, Rasulunun uygulamaları ve tavsiyeleriyle desteklenir, bunu kavrayanlar ve öğrenenler ile yayılır, öğretilir, ders alınır, yetiştirilir.
Günümüze kadar ne kadar çok din olursa olsun HAK DİNLER'in temel inancı kesinlikle değişmemiştir. Fakat insanlar, kendi fikir düşünce ve kendi anlayışlarını dine yansıtarak hüküm çıkarmaya kalktıklarından dolayı değiştirilmeler olmuşsada, hakiki DİN hiçbirzaman değişikliğe uğramamıştır.
Müslümanlarca bilindiği gibi günümüzdeki tevrat ve incillerin asıllarının olmadığı inancı vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'e inanarak onu okuyarak ve onu rehber edinerek hayatını sürdürenler Ayeti Kerimelerin Meallerindeki uyarıları görmemeleri imkansızdır. Eğer Allah(cc) bir konuda üstüne basa basa uyarı veriyorsa, hakiki kullar taviz vermeden hikmetini bilmesede inanırlar. Sonuçta emir EN BÜYÜK YERDENdir..
En doğru söz Allah(cc)'ındır. Okuyalım:Yahûdîler, Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hiristiyanlar da, Mesîh (Îsâ) Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar! (Tevbe suresi,30.ayet)
(Yahûdîler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hiristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (Îsâ'yı) Rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. (Tevbe suresi, 31.ayet)
Allah'ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. (Tevbe suresi, 32.ayet)
Ey îmân edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Ve o kimseler ki, altın ve gümüşü biriktirirler ve onları Allah yolunda sarfetmezler, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! (Tevbe suresi, 34.ayet)
Dinde Zorlama Yoktur.
Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki:
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (Bakara suresi, 256.ayet)
Bu ayetin LÂ İKRÂHE FİD-DÎNİ (Dinde zorlama yoktur) ayetin tefsirinde şöyle yazar:Bir islam memleketinde yaşayan müşrik, îmân etmek veya cizye vermek hususunda seçim hakkında sâhibtir. Böyle bir kimseye İslâm'ı kabul etmek için zorlama yapılamaz. Ancak mü'min olan kimseler dinden çıktıkları taktirde, ahidlerini bozduklarından dolayı tevbe etmezlerse cezâlandırılırlar (Elmalılı,c.2,863)

İSLAM NEDİR ?
Hz. Muhammed'in (sav), Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği dindir. Bu din Allah'ın kabul ettiği ve emrettiği en son dindir.
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. (Âl-i İmrân suresi, 19.ayet)
Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. (Âl-i İmrân suresi, 85.ayet)
(İslâm'ı) Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter. (Fetih suresi, 128.ayet)
İslâmlıkta, Allah'a itaat etmek, Peygambere tâbi' olmak ve din namına ne bildirilmişse, kalb ve dil ile tasdik, ve ayrıca onunla amel etmek şarttır.

Hz.Îsâ (a.s)

İsa aleyhisselâm, Hazret-i Meryem'in oğludur. Onun doğuşu büyük bir mucize olmuştur. Yahudiler bunu anlayamadılar. Kötü zanna düşerek Hazret-i Meryem'i cezalandırmak istediler. Fakat Hazret-i İsa daha beşikte yatan bir çocuk iken, Yüce Allah'ın kudreti ile konuşmaya başladı: "Ben Allah'ın kuluyum, bana kitab verdi, bana peygamberlik verdi. Beni, her nerede bulunursam bulunayım mübarek kıldı," dedi. Bu mucizeyi gören Yahudiler, Hazret-i Meryem'i cezalandırmaktan el çektiler. Rivayete göre Hazret-i İsa, Beyt-i Makdis'e birkaç kilometre uzaklıkta bulunan "Beyt-i Lahm" köyünde aralık ayının yirmi dördüne raslayan çarşamba gecesi doğmuştur.Hazret-i Meryem kocaya varmamış olan ve melekler kadar temiz ve iffetli bir halde bulunan bir hal içinde yaşarken, sadece Allah'ın kudreti ile İsa'ya gebe kalmıştı. Kur'ân-ı Kerîm bunu açıkça beyan buyurmaktadır. Bütün rnüslümanlar bu inancı taşımaktadır. Yüce Allah'ımızın büyük kudretini düşünenler, O'nun nice mucizeler gösterdiğini hatırlayanlar, Hazret-i Âdem'in anasız-babasız yaratıldığını düşünenler, artık Hazret-i İsa'nın bu yaratılışını uzak göremezler. Bunu hiç bir zaman inkâr edemezler. Hazret-i İsa'nın böyle bir mucize olarak yaratılışını inkâr etmek, Kur'ân-ı Kerîm'in şahidliğini yalanlamak demektir. Bunu ise, hiç bir mü'min yapamaz; çünkü imandan çıkmış olur.Hazret-i İsa'nın öyle babasız yaratılmış olduğunu inkâr etmek, Yüce Allah'ın kudretini hudutlandırmak, Kur'ân'ın açık ifadesini değiştirmek, milyonlarca müslümanın asırlardan beri devam eden gerçek inancını bozmak demektir ki, böyle yanlış bir düşünceden Yüce Allah'a sığınırız.İsa aleyhisselâm otuz yaşına erince, mübarek İncil'e ve peygamberlik görevine kavuştu. Yahudileri doğru yola çağırdı, kendilerine güzel öğütler verdi. Onlara büyük mucizeler gösterdi. Fakat kendisine pek az insan iman etmişti. Onlara "Havarî'ler" denilir. Rivayete göre bunlar on iki kişiden ibaretti.Hazret-i İsa, bir süre annesi ile beraber Ürdün'e bağlı "Nasıre" köyünde oturdu. Bundan dolayı kendisine bağlı olanlara "Nasara" ve dinlerine de "Nasraniyet" denilmiştir. Böyle rivayet edilmektedir.Yahudiler nihayet Hazret-i İsa'yı öldürmeye karar verdiler. Ona benzettikleri bir adamı tutup Kudüs'de siyaset meydanında darağacına astılar. İsa aleyhisselâm ise, Allah'ın emri ve kudreti ile göğe yükseltildi. Orada melek şekline büründü. Kendisine "Ruhullah" denir. Babasız olarak bir kudret ilhamı ile meydana gelmiş olduğu için bu seçkin ünvana sahib olmuştur.Nasara'nın inançlarına göre Hazret-i İsa, İskender'in Babil'e üstün gelmesinden üç yüz altmış sene sonra doğmuştur. Hazret-i İsa doğduğunda annesi Meryem henüz on üçon beş veya yirmi yaşında bulunuyordu. Hazret-i İsa otuz yaşında peygamber olmuş, doğduğundan otuz iki sene ve birkaç gün sonra göğe kaldırılmıştır. Hazret-i Meryem de, bundan sonra altı yıl daha yaşamıştır.Fakat İslâm âlimlerinden bir kısmına göre, İsa aleyhisselâm kırk yaşında iken peygamber olmuş, yüz yirmi yaşında iken de göğe yükselmiştir.Hazret-i İsa'yı öldürmek isteyen Yahudiler, sonradan cezalarını çektiler. Şöyle ki: Roma'lılar Kudüs şehrini ele geçirerek Beyt-i Makdis'i yıktılar, kitabları yaktılar. Yahudilerin bir kısmını öldürdüler, bir kısmını da esir ettiler. Bunun sonunda ne gerçek Musevîlikten, ne de gerçek İsevilikten eser kalmadı.Gerçekten Hazret-i Musa dini gibi, Hazret-i İsa'nın dini de asıl halini yitirmiş, hiç de yeryüzüne yayılamamıştır.Şu da bir gerçek ki, Hazret-i İsa'nın vasiyeti üzerine Havarilerden bazıları öteye beriye dağılıp Hazret-i İsa'nın dinini yaymaya çalışmak istediler. Fakat o zaman dünyanın her tarafı cehalet, küfür ve şirk içinde kalmış bulunuyordu. Yahudilerle putperest olan Romalılar da, Hazret-i İsa'ya bağlı olanların azılı düşmanları idiler. İsa dinini kabul edenler, dinlerini gizliyor, gizlice ibadet ediyorlardı. Bundan dolayı Nasraniyet üç yüz sene kadar genişleyemedi. Bu süre içinde de asıl özelliğini yitirmiş İlâhî bir din olmaktan çıkmıştı.Yahudiler Hazret-i İsa'nın hayatına kasdettikleri gibi, tebliğ ettiği dine de pek çok saldırılarda bulunmuşlar. İçlerinden bazıları Hazret-i İsa dinini görünüşte kabul ederek dostluk kurmuş ve halkın bilgisizliğinden faydalanarak Hazret-i İsa'nın tebliğlerini değiştirmişlerdir. Hıristiyanlığı akıl ve hikmete aykırı bir hale sokmuşlardı.Romalılar ise, Hazret-i İsa dinine karşı açık bir düşman kesilmişlerdi. Fakat ne olursa olsun, din duygusu yaratılışta vardır. Bundan kalbleri büsbütün yoksun bırakacak bir kuvvet yoktur. Romalılar görünüşte üstün bir durumda iken, Hazret-i İsa dinine manen yenildiler. Söndürmek istedikleri bir dini parlatmaya hizmet ettiler. Ancak gerçek bir din yerine, onun adını taşıyan, hıristiyanlık da denilen aslını yitirmiş ve değiştirilmiş bir din yerleşmiş oldu.Roma imparatoru Konstantin, Hazret-i İsa'nın doğuşundan üç yüz on sene sonra, siyasî bir maksada dayanarak Hazret-i İsa'ya nisbet edilmiş olan muharref dini kabul etti. Bayraklarına hac işareti koydu. Yenilen ordusuna güç kazandırmak istedi. Hıristiyanlığın yayılması için de birçok gayretler gösterdi.Konstantin, eski Bizans kasabasının bulunduğu yerde Konstantiniye (İstanbul) şehrini kurdu. Hükümet merkezini de, Roma'dan buraya nakletmişti. Bu tarihe kadar Mukaddes İncil'in asıl nüshaları kaybolmuş, İncil adına Havarî'lerle onların talebeleri tarafından birçok risaleler ve tarih kitabları yazılmıştı. Bundan dolayı Hıristiyanlar arasında pek çok ayrılık vardı. Konstantin'in emri ile "İznik" şehrinde bir din meclisi toplandı. Bu meclisin binden fazla üyesi vardı. Birçoğu birbirinin dilini anlamıyordu. Yüzlerce risale ve kitablardan yalnız dördü, hem de üyelerin sadece bir kısmı tarafından seçilerek İncil adı sadece bunlara verildi.Roma İmparatorluğu daha sonra, doğu ve batı imparatorluğu adıyla ikiye ayrılmıştır. Bu devletler birbirini kıskanıyordu. Nihayet mezheb bakımından da ikiye bölündüler. Roma'da "Rimpapa"ya bağlı kalanlara "Katolik" denildi. İstanbul patriğine bağlı kalanlara da "Ortodoks" denildi. Daha sonra, bir de "Protestanlık" meydana çıkmıştır. Buna göre, bugün Hazret-i İsa'ya bağlı olanların başlıca mezhebleri üçtür. Bunların da birtakım dalları vardır.Sonuç: İsa aleyhisselâm'ın bildirmiş olduğu "Tevhid inancına" dayanan bir din, sonradan aslını yitirmiş, şekilden şekile girmiştir. Bu dine bağlı olanlar, Hazret-i İsa'ya ve diğer yaratıklara ulûhiyet makamı vermişler, mabedlerini resim ve haçlarla doldurmuşlar, böylece müşriklerin mabedlerine benzer bir hale getirmişlerdir.Milâttan itibaren altı asır geçmiş, cihanın her tarafı cehalet ve sapıklık içinde kalmıştı. Gerek Roma Hükümeti, gerek İran'daki "Sasaniyan" devleti ahlâk bozukluğu yüzünden çözülmeye yüz tutmuştu. Bütün milletler arasında dinsizlik ve ahlâksızlık başta geliyordu. Bu bir fetret (boşluk) devri idi. Artık dünyayı hak ve hakikata çağırmak, dünyayı düzeltmek için, en büyük ve en son peygamberin gelmesine ihtiyaç vardı. Bunun üzerine Yüce Allah beşeriyete ihsanda bulunarak onlara en büyük peygamberi ve peygamberlerin sonuncusu Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi gönderdi. Artık insanlık ufuklarını yeni bir hidayet nuru, o ana kadar görülmemiş bir azamet ve letafetle aydınlatmaya başlamış oldu.Hakkın en parlak nuru ortaya çıktı;Doğdu Kur'ân güneşi, karanlık gece bitti...

Hz.Yahyâ (a.s)

Hazret-i Yahya, Zekeriyya aleyhisselâm'ın oğludur. Babası yaşlı iken annesi İşa'dan doğmuştur. Yüce Allah'ın azabından son derece korkar, günleri ah ve inilti ile geçerdi. Daha genç yaşta kendisine peygamberlik ihsan edildi. Rivayete göre, Hazret-i İsa'dan üç sene veya altı ay önce doğmuştur. İlk önce Hazret-i Musa'nın şeriatı ile amel ederdi. Sonra İncil'in Hazret-i İsa'ya verilmesi üzerine, İsa aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel etmekle görevlendirildi.Yahya aleyhisselâm, Hazret-i İsa'nın şeriatı ile amele başladığı bir anda idi ki, İsrail Oğullarının Reisi "Hiredus". Musa peygamberin şeriatı üzere kendi kardeşinin kızını almak istedi. Fakat Hazret-i Yahya, İsa peygamberin şeriatına dayanarak, artık bu nikâhın caiz olamayacağını bildirdi. Bunun üzerine hırsa kapılan Reis, O masum peygamberi henüz otuz yaşlarında iken şehid etti. Bu şehid edilişi, rivayete göre, göğe yükseltilmesinden bir yıl önce meydana gelmiştir. Bu cinayeti işleyenler, bunun cezasını çekmiştir. Yurdları harab olmuş, nesilleri kesilip gitmiştir. Ahirette görecekleri azab ise, çok daha korkunçtur.

Hz.Zekeriyyâ (a.s)

Hazret-i Zekeriyya, Süleyman aleyhisselâm'ın soyundan pek büyük bir peygamberdir. Beytü'l-Makdis'de Reis idi. Kendisine peygamberlik ihsan edilmiştir. Hazret-i Zekeriyya'nın zevcesi "İşa'ın kız kardeşi olan Hanne, kocası İmran'dan Meryem adında bir kız doğurmuştu. Daha önce yapmış olduğu adağa dayanarak bu kızını Beyt-i Makdis'in hizmetine bağlamıştı. Zekeriyya teyzesinin yanında büyüdükten sonra, Beytü'l-Makdis'de kendisine özel olarak ayrılan bir odada ibadetle meşgul oluyordu. Bu pek temiz ve iffetli kız, koca yüzü görmediği halde, Yüce Allah'ın bir kudret ve hikmet eseri olarak gebe kaldı. Hazret-i İsa'yı doğurdu.Hazret-i İsa'nın babasız olarak doğmasından dolayı, Yahudiler şüpheye düştüler. Babasız çocuk olmaz diyorlardı. Oysa ki Âdem aleyhiselâm'ın hem babasız, hem de anasız yaratılmış olduğuna inanmıyorlardı. Hazret-i İsa'nın da bir mucize çocuk olduğunu görüp duruyorlardı. Sonunda Zekeriyya aleyhisselâm gibi şanı pek yüksek bir peygambere iftira ederek yaşlı halinde onu şehid ettiler. Bir rivayete göre, Zekeriyya aleyhisselâm, oğlu Yahya aleyhisselâm'ın şehid edilişinden sonra şehid edilmiştir.

Hz.Yunus (a.s)

Hazret-i Yunus, İsrail Oğullarından gelen mübarek bir peygamberdir. Annesine nisbetle "Yunus ibni Metta" diye anılır. Asuriye Devletinin hükümet merkezi olan bugünkü Musul şehrinin karşısında harabesi görülen "Ninova" halkına peygamber gönderilmiştir. Putlara tapmakta olan Ninova halkı, Hazret-i Yunus'un otuz üç sene devam eden öğütlerini dinlemediler. Hazreti Yunus da, Allah tarafından kendisine izin verilmeden Ninova'yı terk etti. Dicle kenarına gitti. Bir gemiye binerek bir tarafa gitmek istedi. Fakat gemi yürümedi, içinde bulunanlar: "Aramızda bir suçlu var," demeye ve suçluyu bulmak için kur'a atmaya başladılar. Hazret-i Yunus, "O suçlu kul benim. Rabbimden izin almadan kavmimi bıraktım," diyerek kendisini suya attı. Hemen büyük bir balık tarafından yutuldu. Bereket versin ki, hemen tevbe ve istiğfara başlamış oldu. "La ilahe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzalimîn = Senden başka hiçbir İlâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Hiç şüphesiz ben, böyle yapmakla zalimlerden oldum," diyerek Allah'ı tesbihe devam etti. Bir süre sonra balık kendisini çıkarıp sahile attı.Yunus aleyhisselâm'dan sonra Ninova şehrini korkunç bir kara duman sarmıştı. Oranın halkı hemen Allah Teâlâ'ya yalvararak tevbe ettiler. Yaptıklarına pişman oldular. O duman da üzerlerinden açılıp gitti. Başlarına gelecek belâlardan kurtulmuş oldular.Hazret-i Yunus tekrar Ninova'ya gelip bir süre daha kutsal görevine devam etmeye çalıştı. Sonra bu şehri bırakarak yalnızlık köşesine çekildi ve orada vefat etti.Asurî Devleti sonradan yıkılmıştır. Şöyle ki: Medye hükümdarı ile Babil valisi, Ninova şehrini çembere alarak yakıp yıktılar. Asurîlerin son hükümdarı bu duruma çok üzüldü. Ailesi halkı ile beraber yaktırdığı büyük bir ateşin içine atılarak yanıp gittiler. Bu şekilde sona eren Asurî Devleti'nin yerinde "Medye ve Geldan Devletleri" kuruldu.

Hz.Zülkifl (a.s)

Hazret-i Zülkifl muhterem bir peygamberdir. Elyasa' hazretlerine halife olduktan sonra peygamberliğe kavuşmuştur. Kavmini tevhid dinine çağırmış, kendilerine birçok etkili öğütler vermiştir. Bitlis şehri yakınında gömülü bulunduğu rivayet edilir. Şam ve başka yerlerde makamları vardır.

Hz.Elyasa (a.s)

Hazret-i Elyasa, Beni İsraîl peygamberlerindendir. İsraîl Oğulları İlyas aleyhisselâm'dan sonra bu peygamberin de öğütlerini kabul etmediler. Hazret-i Musa'nın şeriatını bırakarak birbirleri ile uğraştılar. Sonunda üzerlerine Asuriye Devleti musallat oldu, hakimiyet kurdu.Hazret-i Elyasa, İsraîl Oğullarının bu yolsuz hareketlerinden usanarak hilâfeti Zülkifl aleyhisselâma bıraktı ve arkasından vefat etti.

Hz.İlyas (a.s)

Hazret-i İlyas, İsrail Oğullarına gönderilmiş mübarek bir peygamberdir. İsraîl Oğulları, Hazret-i Süleyman'dan sonra ayrılığa düşmüşler. İçlerinden bazıları, Belebek Hakiminin yaptırmış olduğu "Ba'l" adındaki puta tapmaya başlamışlardı. Kendilerine Allah tarafından bir lütuf olarak gönderilen peygamber Hazret-i İlyas'ın öğütlerini dinlemediler. Bu peygamberi beldelerinden çıkardılar. Fakat bunun üzerine pek fena bir kıtlığa tutuldular, yaptıklarına pişman oldular. İlyas aleyhisselâm'ı arayıp buldular. Bir süre onun öğütlerini dinledilerse de, sonra yine isyana başladılar. Hazret-i İlyas da onların arasından çekilerek bir yerde kutsal bir şekilde yalnızca yaşamayı tercih etti.

Hz.Süleyman (a.s)

Hazret-i Süleyman, Davud aleyhisselâm'ın oğludur. Onun ölümünden sonra on üç yaşında olarak yerine geçmiş. Sonra kendisine peygamberlik de verilmiştir. Bu bakımdan, babası gibi peygamberlikle hükümet etme görevlerini bir arada toplamıştır.Hazret-i Süleyman'a doğuda ve batıda olan hükümdarlar itaat ederek kıymetli hediyeler göndermişler. Yemen Melikesi, Belkıs dahi, kendisi ile görüşmeye gelmişti. Kızıl denizinde hazırlattığı donanmayı Okyanus sahillerine yollamıştı. Tetmür ve Balebek şehirlerini ve yedi senede de Mescid-i Aksa'yı yaptırıp tamamlamıştı.Süleyman aleyhisselâm, bir mucize olmak üzere kuşların dillerini ve maksadlarını anlarlardı. Onun hükmü insanlara ve cinlere, hatta rüzgârlara geçerdi. Ahlâk ve hikmete dair yazıları vardır. Kırk yıl pek muhteşem bir hüküm sürdükten sonra elli üç veya altmış yaşında vefat etmiştir.Hazret-i Süleyman'dan sonra İsrail Oğulları iki devlete ayrıldı. Bunlardan biri "Yehuda" devletidir ki, hükümet merkezi Kudüs şehri idi. Bu devlet insanlar arasında daha çok itibar kazanmıştı. Diğeri de "İsraîl" devleti idi. İdare merkezi de Nablus ve daha sonra Samire şehri olmuştu.Bu devletler, sonradan doğru yoldan çıktılar. İsrail Devleti, Asûrî'ler tarafından yok edildi. Yehuda Devleti de, "Buhti Nassar'ın saldırısına uğradı. Yahudilerin birçoğu Babil esaretine düştü. Daha sonraları İsraîl Oğulları, İranlıların, Yunanlıların ve Romalıların hakimiyetleri altına düşerek kendi hakimiyetlerini elden çıkardılar.Buhti Nassar, Kudüs'ü ele geçirdiği zaman Beyt-i Makdis'i yıkmış, Tevrat nüshalarını yakmıştı. Üzeyr aleyhisselâm ile Daniyel aleyhisselâm'ı da diğer İsraîl alimleri ile beraber Babil'e götürmüştü. Daha sonra İran'daki Kiyaniyan Hükümeti Babil'i ele geçirip Geldaniye hükümetini yok edince, İsraîl Oğulları esaretten kurtularak vatanlarına dönmüşler ve Beyt-i Makdis'i yeniden inşa etmişlerdi. Hazret-i Uzeyir de, Tevrat'ı ezber okuyup yeniden yazdırmış ve böylece çoktan beri unutulmuş olan Musa peygamberin şeriatı yeniden meydana çıkmış oldu.Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Üzeyr'e dair bilgi vermektedir. Fakat peygamber olup olmadığını açıklamamaktadır. İslâm alimlerden bir kısmına göre, Hazret-i Uzeyir bir peygamber değildir, velilerden büyük bir zattır. Önceleri Yahudilerden bazıları Hazret-i Üzeyr için "Allah'ın oğludur" diyerek şirke saplanmışlardı.Kur'ân-ı Kerîm'de isimleri anılan Zülkarneyn ile Lokman'ın peygamberliğinde de ihtilâf vardır. Zülkarneyn'in adı, bir rivayete göre "Mus'ab"dır. İbrahim aleyhisselâm'ın zamanında yaşadığı rivayet edilir. Dünyanın doğusuna ve batısına gitmiş, Ye'cüc ve Me'cüc denilen bir kabileye karşı bir sed (engel) yapmış, pek büyük başarılar elde etmiştir. Her halde Yunanlıların İskender'inden başkasıdır. Bunun hayatı bizce tamamen bilinmemektedir.Hazeret-i Lokman'a gelince, bu da rivayete göre Davut aleyhisselâm'ın zamanında yaşamış ve ona kavuşmuştur. Salih ve hikmet sahibi bir zattır. Yunus aleyhisselâm'ın zamanına kadar yaşamış olduğu rivayet edilir. Oğluna olan çok önemli öğütleri Kur'ân-ı Kerîm'de anılmıştır.

Hz.Dâvud (a.s)

Hazret-i Davud, Yakub aleyhisselâm'ın oğlu Yehuda'nın soyundandır. İsmail aleyhisselâm'ın vefatından sonra, kendisine peygamberlik verilmiş ve kayınpederi Talut'un ölümünden sonra da İsrail Oğullarına hükümdar olmuştur.Hazret-i Davud'a verilen "Zebur" adlı kitab, hep öğütlerden, iman esaslarından ve dualardan ibarettir. Şeriata ait hükümleri kapsamıyordu. Kendisi de, Musa aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel etmiştir.Davud aleyhisselâm'ın çok hoş bir sesi vardı. Zebur'u okudukça, dinleyenler pek ruhanî zevklere dalardı. Bir mucize olmak üzere, mübarek elleri ile demiri mum gibi yumuşatır ve demirden zırh yapardı. Kendi elinin emeği ile yiyeceğini kazanırdı. Devlet hazinesinden para almak istemezdi. İnsanlara daima öğütler verir, adaletle hüküm vermeye çalışır dururdu. Kudüs şehrini fethederek hükümet merkezi yapmıştı. Umman beldelerini, Halep'i, Nusaybin'i, Ermenistanı ele geçirmişti. Kırk sene hükümette bulunduktan sonra yetmiş yaşında vefat etmiştir.

Hz.Hârun (a.s)

Hazret-i Harun, Musa aleyhisselâm'ın ana-baba bir kardeşi ve peygamberlik görevlerinde yardımcı (veziri) idi. Çok güzel ve beyaz yüzü, konuşması açık-seçik, yumuşak huylu bir zat idi. Hazret-i Musa Tûr'a gittiği zaman Harun aleyhisselâm İsrail Oğullarının başında bulunmuş ve buzağıya tapanlara: "Siz bu yüzden fitneye düşmüş bulunuyorsunuz. Sizin Rabbiniz Rahman ve Rahîm olan Yüce Allah'dır. Bana uyunuz, benim sözümü dinleyiniz. Samirî gibi bir münafıkın sözüne bakmayınız," diyerek onlara etkili öğütler vermişse de, kabul etmediklerinden bir tarafa çekilerek Hazret-i Musa'nın dönüşünü beklemiştir. İsrail Oğulları bölünüp iki kısma ayrılmasınlar ve birbirleriyle mücadele etmesinler diye, Hazret-i Harun daha ileriye gitmemişti.Rivayete göre Harun aleyhisselâm, Hazret-i Musa'dan yedi ay önce veya üç sene önce, yüz yirmi üç yaşında olduğu halde Tiyh sahrasında ölmüştür. Tûr-i Sîna civarında "Mürran" dağındaki bir mağaraya gömülmüştür. Kabri meşhurdur.Her ikisine selâm olsun, Musa ile Harun'dan sonra, Hazret-i Musa'nın halifesi bulunan ve sonradan kendisine peygamberlik verilen Yuşa aleyhisselâm, İsrail Oğullarını alıp çölden çıkarmış ve Kenan ilini Kenanî'lerden almış, Şam diyarını fethetmiştir.Yuşa aleyhisselâm yirmi sekiz sene kadar İsrail Oğullarına hakim olup yüz on yaşında vefat etmiştir. Kendisinden sonra, on altı kadar hakim daha gelip İsrail Oğullarına reislik yapmışlardır. Bunlann sonuncusu "İşmuil" aleyhisselâmdır. Bu zatların idareleri (493) sene kadar sürmüştür. Bu zamana "Harimler devri" denilir. Sonra İsrail Oğulları, kendilerine "Talût" adındaki bir zatı hükümdar tayin ettiler. Bu tarihten sonra da, İsrail Oğulları arasında "Melikler Devri" başlamıştı.

Hz.Mûsâ (a.s)

Hazret-i Musa, Beni İsrail'den (İsraîl Oğullarından) İmran adındaki bir şahsın oğludur, Mısır'da doğmuştur. İsraîl Oğulları Mısır'da çoğalarak on iki kabileye ayrılmışlardı. Bunlara "Beni İsraîl Esbatı (İsraîl oğullarının torunları)" denirdi. Bunların böyle çoğalmaları, Mısır'ın eski halkı olan Kıptî'lerin hoşuna gitmiyordu. Onun için bunlara eziyet ediyorlardı. Bir gün Mısır kâhinlerinden biri, Firavun'a (Kabus ibni Mus'ab adlı hükümdara) şöyle bir haber vermişti: "İsraîl Oğullarından gelecek bir çocuk, Mısır devletinin batmasına sebeb olacak." Firavunda, İsraîl Oğullarının yeni doğan çocuklarını öldürmeye başlamıştı. İşte bu sırada Hazret-i Musa doğdu. Annesi, onu, Firavun tarafından öldürülmesin diye bir sandık içine koyarak Nil nehrine atmayı uygun buldu. Nil nehrinin kenara attığı bu sandığı Firavun'un zevcesi Asiye ele geçirip açtı. İçinden çıkan pek sevimli ve nurlu çocuğu çok sevdi ve onu kendisine evlâd edindi. Hazret-i Musa'nın annesi de, bir yolunu bularak, kendisini bu seçkin çocuğa süt anne tayin ettirdi.Hazret-i Musa, kendisine düşman olacak Firavun'un sarayında besleniyordu. Bu, Yüce Allah'ın ibret alınacak pek büyük bir hikmeti idi.Hazret-i Musa büyüdü. Bir gün İsraîl Oğullarından biri ile sokakta kavga eden bir Kıptî'ye bir tokat attı. Kıptî yere düşüp can verdi. Hazret-i Musa yaptığına pişman oldu. Firavun'dan korkarak Medyen şehrine çıkıp gitti. Orada Şuayb aleyhisselâm'ın kızı "Safura" ile evlendi. Bir süre sonra Mısır'a dönüp gitmek üzere zevcesi ile beraber yola çıktı. Giderken Tûr dağına uğradı. Orada Yüce Allah'ın hitabına kavuştu, kendisine peygamberlik verildi. Büyük kardeşi Harun'la Firavun'u dine çağırmaya Allah tarafından görevli kılındılar.Hazret-i Musa'nın eli ay gibi parladı. Elindeki asa da, dilediği vakit büyük bir ejderha oluverirdi. Bunlar birer mucize idi. O zaman Mısır çevresinde büyücülük çok ilerlemişti. Firavun bu mucizeleri birer sihir (büyü) sanmıştı. Büyücüleri topladı. Bunlar Hazret-i Musa'ya meydan okudular. Fakat Hazret-i Musa'nın asa mucizesini görünce, büyücülerin hepsi iman ettiler. Bunun bir büyü olmadığını hemen anladılar. Çünkü bu asa bir ejderha kesilerek büyücülerin ortaya atmış olduğu hünerlerin hepsini yutmuştu. Eğer Hazret-i Musa'nın gösterdiği şey, bir gözbağcılık olsaydı, böyle yok etme üstünlüğü meydana gelemezdi.Çekinmeden Rab olma davasında bulunan Firavun ile Mısır'ın eski halkı Kıptî'ler, Hazret-i Musa'nın bu mucezisini gördükleri halde, ne yazık ki, iman etmediler. Daha sonra bir gece, Musa aleyhisselâm İsraîl Oğullarını alıp Mısır'dan çıktı. Süveyş denizi bir mucize olarak yarıldı. On iki yola ayrıldı. İsraîl Oğullarının on iki kabilesi bu yollardan karşı yakaya geçtiler. Bunları izleyen Firavun ile onun ordusu suların tekrar kapanması üzerine boğulup gittiler. Yalnız Firavun'un cesedi, suların çarpması ile sahile atılmıştı. Kendi ölümlü varlığına güvenerek yaradanını unutmuş, Tanrılık davasında bulunmuştu. İşte böyle büyük bir gaflet içine düşen bir şahsın akıbeti büyük bir ibret levhası olmuştu.Musa aleyhisselâm artık Firavun'dan kurtulmuş, İsraîl Oğulları ile beraber selâmetle denizi geçerek Tiyh sahrasına gelmişti. Onları burada bırakarak "Tur-i Sîna" denilen Tûr dağına gitti. Orada kırk gün kadar Yüce Allah'a ibadette ve yalvarışta bulundu. Mekândan ve zamandan münezzeh olan Yüce Allah'ın hitabına kavuştu. Kendisine Tevrat kitabı verildi.Hazret-i Musa, Tur-i Sîna'dan Tiyh sahrasına dönünce, kavminin bir kısmını, Samirî adında birinin altından yapmış olduğu bir buzağıya tapar halde buldu. Buna çok üzülmüştü. Bunlar Harun peygamberin öğütlerini dinlemeyerek böyle bir sapıklık içine düşmüşlerdi. Sonra tevbe edip yaptıklarına pişman oldular.Musa aleyhisselâm, Ken'an topraklarını, Arz-ı Mukaddes'i almak için Amalika ile savaşmak istiyordu. İsrail Oğulları ise savaştan kaçındılar. Böylece o mübarek peygemberin bedduasına uğrayarak kırk sene Tiyh sahrasında kaldılar. Aradan bir hayli zaman geçti. İsrail Oğullan arasında çölde büyümüş yiğitler yetişti. Hazret-i Musa bunları alıp Lût denizinin güney taraflarına götürdü. Daha ileriye giderek Amalika'dan Avc ibn Unk adındaki hükümdara savaş açtı. Şeria nehrinin doğu taraflarındaki beldeleri elde etti.Hazret-i Musa, bir aralık gidip İbrahim aleyhisselâm'ın zamanından beri yaşayan veya Hazret-i İbrahim ile hicret eden kimselerin soyundan olan Hızır aleyhisselâm ile görüşmüş, ona verilen "Ledün ilmine (Allah'ın verdiği özel ilme)" şahid olmuştu.Hızır aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğunu ve kıyamete kadar yaşayacağını söyleyenler vardır. Zülkarneyn ile yolculukta bulunmuş, hayat kaynağına varıp ab-ı hayattan (ölmezlik suyundan) içmekle böyle uzun bir ömre kavuşmuş olduğu söylenmektedir. Bir kısım alimlere göre de, ölmüş bulunmaktadır. Zaten bu gibi büyük şahsiyetlerin ölümleri ile hayatları birdir. Onlar sonsuz ve yüksek bir hayata kavuşmuşlardır.Musa aleyhisselâm rivayete göre, Kenan ili hududuna yakın bir yerde yüz yirmi yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Hazret-i Âdem devrinin üç bin sekiz yüz altmış sekizinci yılına ve Mısır'dan çıkışlarının kırkıncı yılına raslar.Hazret-i Musa'ya "Kelimullah" denir. (Yüce Allah, kendisi ile arada bir vasıta bulunmaksızın, niteliği bilinemeyen bir şekilde doğrudan doğruya konuştuğu için bu ismi almıştır.) Pek büyük bir peygamberdir. Dağınık bir halde yaşayan İsrail Oğullarını bir araya toplamış, onları esaret hayatından kurtarmış ve özgürlüğe kavuşturmuştu. Ne yazık ki, İsrail oğulları daha sonra zaman zaman yoldan çıkmış, gerçek dinlerini yitirmiş, tekrar esaretten esarete düşmüşlerdir.

Hz.Şuayb (a.s)

Hazret-i Şuayb, İbrahim aleyhisselâm'ın torunlarından veya onunla beraber Şam diyarına hicret etmiş olan bir kabiledendir. Büyük annesi Lût aleyhisselâm'ın kızıdır. Kendisi Medyen ve Eyke şehirlerinin putlara tapan halkına peygamber gönderilmişti. Bunlara çok dokunaklı, çok güzel öğütler vermişti. Fakat dinsiz, ahlâksız, hırsız bulunan bu insanlar verilen öğütleri dinlemediler. Kötü davranışlarını bırakmadılar. Sonunda Eyke halkı, yedi gün süren şiddetli bir sıcak arkasından üzerlerine bir buluttan yağan ateş yağmuru ile yok oldular. Medyen halkı da bir azabın gürültüsü ile, bir yer sarsıntısı ile helak oldu.Şuayb aleyhisselâm Arabça konuşurdu. Fesahat ve belagat sahibi idi. Çok etkileyici olan hikmetli konuşmalar yapardı. Bundan dolayı Peygamberimiz ona "Hatibu'l-Enbiya" ünvanını vermiştir.Hazret-i Şuayb'ın Mekke'ye hicret ettiği ve üç yüz yaşında vefat ettiği, Rükn ile Makam arasında (Kabe önünde) gömüldüğü rivayet edilmiştir.

Hz.Eyyûb (a.s)

Hazret-i Eyyub, İshak aleyhisselâm'ın "lys" adındaki oğlunun soyundan olup Hazret-i Yusuf'la aynı asırda yaşamış büyük bir peygamberdir. Çok sayıda çocukları ve Şam çevresinde birçok malları vardı. Yüce Allah tarafından bir imtihan olarak bütün malları elinden çıkmış ve çocukları da ölmüştü. Kendisi de ağır bir hastalığa tutulmuştu. Zevcesi Rahme veya Liyya ona bakıyordu. Rivayete göre Rahme, Yakub aleyhisselâm'ın kızıdır. Liyya da, Yusuf aleyhisselâm'ın oğlu Efrayim'in kızıdır.Eyyub aleyhisselâm, bütün musibetlere sabretti. Sonunda Yüce Allah ona şifa verdi. Yeniden birçok mala ve evlâda kavuştu.Hazret-i Eyyüb'ün doksan üç yaşında vefat ettiği ve kendisinden sonra "Bişr" adındaki oğlunun da Şam'da peygamber olduğu rivayet edilir. Bu peygambere "Zülkifl" denilmiştir. Eyyüb aleyhisselâm'ın hastalığı, insanların kendisinden kaçınacağı şekilde değildi. Bazı tarihçilerin bu konudaki sözleri gerçeğe aykırıdır. Bütün peygamberler, insanların kendilerinden kaçınmalarını gerektirecek hallerden korunmuşlardır. Taşıdıkları peygamberlik görevi bunu gerekli kılar.

Hz.Yusuf (a.s)

Hazret-i Yûsuf, Yakub aleyhisselâm'ın oğludur. Hazreti Yakub'un on iki oğlu vardı. Fakat hepsinden çok Hazret-i Yusuf'u severdi. Onda başka bir güzellik, başka bir zekâ ve kabiliyet belirtisi vardı. Daha on iki yaşında iken, bir gece rüyasında, on bir yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü. Bu rüyasını babası Hazret-i Yakub'a söyledi. O da, kıskançlık doğurmasın diye:- "Çocuğum! Bu rüyayı kardeşlerine söyleme," dedi.Hazret-i Yusuf'un kardeşleri, babalarının Yusuf hakkındaki sevgisini kıskanıyorlardı. Nihayet bir gün onu eğlence maksadı ile kıra götürüp kör bir kuyuya bıraktılar. Sonra gelip kuyudan çıkaran bir kafileye, kölemizdir diyerek sattılar. Eve döndükleri zaman da, babalarına:- "Yusuf'u kurt yedi" diye yalan söylediler.Kafile, henüz on yedi yaşında bulunan Hazret-i Yusuf'u alıp Mısır'a götürdü. Orada Mısır'ın Azizi'ne (Maliye bakanı Kıtfır'a) sattı.Yusuf aleyhisselâm çok güzeldi. Yüzünden-gözünden nurlar akardı. Kendisine önce hikmet ilmi, sonra da peygamberlik verilmiştir. Aziz'in zevcesi Zeliha'nın kendisine olan meylini, son derece iffet ve temizliğinden dolayı kabul etmemişti. Bunun üzerine iftiraya uğrayarak yedi sene zindanda kaldı. Sonra suçsuzluğu anlaşılarak zindandan çıkarıldı. Mısır'a Maliye Bakanı oldu. İffet ve temizliğinin mükâfatına kavuştu.Hazret-i Yusuf zindanda iken, Amalika kavminden olan Reyyan İbni Velid adındaki Firavun'un (Mısır hükümdarının) aşçısı ile şerbetçisi de zindana atılmışlardı. Bunlar gördükleri birer rüyayı Hazret-i Yusuf'a anlatarak yorumlamasını istediler. Hazret-i Yusuf da bunlara, önce biraz öğüt verdi. Sonra da rüyalarını yorumladı. Bunlar bir zaman sonra Hazret-i Yusuf'un yorumuna uygun olarak zindandan çıkarıldılar. Biri, Firavun'a yine şerbetçi oldu. Diğeri de asıldı. Hazret-i Yusuf bir müddet daha zindanda kaldı. Sonra Mısır Hükümdarı da bir rüya gördü. Bunu kimse yorumlayamadı. Şerbetçinin uyarması üzerine Hazret-i Yusuf'a başvuruldu. Bu rüyaya göre, yeryüzünde yedi yıl bolluk, ondan sonra yedi yıl kıtlık olacak. Sonra da bir yıl halk pek ziyade varlık görecekti.Hazret-i Yusuf'u zindandan çıkardılar. Mısır'ın Aziz'i vefat etmişti. Hazret-i Yusuf'u Mısır'a Maliye Bakanı tayin ettiler. Zeliha'yı da ona nikahladılar. Rivayete göre bu Hükümdar, Hazret-i Yusuf'a iman etmiştir.Yusuf aleyhisselâm'ın emriyle bolluk senelerindeki fazla ekinler, başakları ile beraber ambarlarda biriktirildi. Sonra kıtlık yılları başladı. Artık insanlar bu ambarlara koşup duruyorlardı. Hazret-i Yusuf bu kıtlık günlerinde bazan aç kalırdı. Ona:- "Elinin altında bu kadar yiyecek bulunduğu halde, neden aç kalıyorsun?" denildiği zaman şu cevabı veriyordu:- "Aç kalanların hallerini anlayabilmek için!.."Yusuf aleyhisselâm'ın kardeşleri de zahire almak için bir iki kez Kenan ilinden çıkıp Mısır'a geldiler. Sonunda Hazret-i Yusuf kendisini kardeşlerine tanıttı ve onlara şöyle söyledi:- "Yüce Allah, merhamet edenlerin en merhametlisidir, sizi bağışlar. Bana yapmış olduğunuz işden dolayı siz bugün kınanmayacaksınız." Böylece onlara büyük bir ikramda bulundu. Muhterem babası Yakub aleyhisselâm ile annesini ve bütün kardeşlerini Mısır'a davet etti.Yakub aleyhisselâm'ın artık sevgili oğluna kavuşması zamanı gelmişti. Zevcesi ve oğulları ile beraber Mısır'a şeref verdiler. Hazret-i Yusuf'un sarayında hepsi şükür secdesine kapandılar. Yusuf aleyhisselâm'ın evvelce görmüş olduğu rüya da böylece gerçekleşmiş oldu. Bu tarihten başlayarak İsrail oğulları Mısır'da yerleşip kaldılar.Rivayete göre, Hazret-i Yakub Mısır'da on yedi sene kadar kalmıştır. Hazret-i Yusuf da, muhterem babasından sonra elli dört yıl daha yaşayıp yüz on yaşında vefat etmiştir. Daha sonra Hazret-i Musa, Mısır'dan çıkarken Hazret-i Yusuf'un mermer tabut içinde bulunan mübarek naşını da beraber çıkarıp götürmüştü. Kabri Hazret-i İbrahim'in gömülü bulunduğu mağaradadır.

Hz.Yâkup (a.s)

Hazret-i Yakub, İshak aleyhisselâm'ın oğludur. Lâkabı "İsrail" olduğundan oğullarına ve torunlarına "Beni İsrail (İsrail Oğulları)" denmiştir.Hazret-i İshak'dan sonra, yerine peygamber olarak Kenan ilinde kalmıştı. Sonradan Mısır'a gitmiş ve orada vefat etmiştir. Oradan da vasiyeti üzerine, dedesi, Hazret-i İbrahim'in gömülü bulunduğu "Halilürrahman" kasabasındaki mağaraya taşınmıştır.
Hz.İshâk (a.s)Hazret-i İshak, İbrahim aleyhisselâm'in ikinci oğludur. Sare'nin çocuğu olmuyordu. Hazret-i İsmail doğduğu zaman, buna üzülmüştü. Yüce Allah lütfederek Sare'ye de ihtiyarlığı zamanında Hazret-i İshak'ı verdi. İshak aleyhisselâm, daha Hazret-i İbrahim hayatta iken Şam halkına Allah tarafından peygamber gönderildi. İbrahim aleyhisselâm'ın vefatından sonra onun yerine geçti. Soyundan birçok peygamberler gelip geçti.Bazı rivayetlere göre, İbrahim aleyhisselâm, Hazret-i İsmail'i değil, Hazret-i İshak'ı kurban etmekle emredilmişti.İshak aleyhisselâm, rivayete göre altmış yaşında iken vefat etmiştir. Hazret-i İbrahim'in yattığı mağarada gömülmüştür. Annesi Sare de yüz yirmi yedi yaşında Şam'da vefat etmiştir.

Hz.İsmâil (a.s)

Hazret-i İsmail, İbrahim aleyhisselâm'ın oğludur. Hacer adındaki zevcesinden dünyaya gelmiştir. Bu muhterem Hacer bir cariye idi. Bunu Mısır Hükümdarı, İbrahim peygamberin zevcesi "Sare"ye bağışlamıştı. Sare de, bunu kocası, İbrahim aleyhisselâm'a vermişti. Sahih görülen bir rivayete göre, Hacer, Sare'den önce vefat etmiştir.İbrahim aleyhisselâm, Allah'ın emri ile Hacer'i ve oğlu İsmail'i alıp Hicaz'da Kabe'nin bulunduğu yere kadar götürdü. Onları orada bıraktı. Yemen'den gelmekte olan "Cürhüm" kabileleri de bunlara arkadaşlık ettiler. O zamana kadar ıssız ve susuz bulunan Mekke vadisini bunlar imar ettiler. Bunların ayakları bereketiyle "Zemzem" denilen su meydana çıktı. Artık oralar şenlenmiştir.Hazret-i İbrahim, bir aralık bir rüya gördü. Bu, Yüce Allah'ın bir vahyi idi. Ona, oğlu İsmail'i kurban etmesi emrolunmuştu. Bunun üzerine henüz on iki yaşında bulunan oğlu Hazret-i İsmail'i, Mekke'de Sebîr dağının eteğinde tenha bir yere götürdü. Onu, Allah rızası için kurban etmek istiyordu. Bu sevgili yavru da: "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun," diyordu. Bu, Allah yolunda olan fedâkârlığın en yüksek bir nişanı idi. Fakat Yüce Allah lütfetti. Baba ile oğlun şu teslimiyetine mükâfat olarak Hazret-i İsmail yerine kurban edilecek bir koç ihsan etti. Böylece bu masum yavru, kurban edilmekten kurtuldu.İsmail aleyhisselâm, büyüdü ye Cürhüm kabilesinden bir kızla evlendi. On iki çocuğu oldu. İbrahim aleyhisselâm ara sıra gelir, oğlunu görürdü. Sonra Hazret-i İsmail'in oğulları ve torunları çoğalıp etrafa hakim olmuşlardı.Hazret-i İsmail, babası Hazret-i İbrahim'in şeriatı (dini) ile amel etmek üzere Yemen kabilelerine ve "Amalika" denilen eski bir kavme peygamber gönderilmişti. Hazret-i İbrahim'den kırk sene sonra yüz otuz yedi yaşında vefat ettiği ve anası Hacer'in "Hicr"deki kabri civarına gömüldüğü rivayet edilir.

Hz.Lût (a.s)

Hazret-i Lût, İbrahim aleyhisselâm'ın kardeşi Haran'ın oğludur. Onunla beraber Şam'a hicret etmişti. Sonra Sedum memleketine peygamber gönderildi. Buranın halkı dinden çıkmış ve o zamana kadar hiç bir kavmin yapmadığı fenalıklara atılmışlardı. Hazret-i Lut'un öğütlerini dinlemediler. Sonunda başlarına taşlar yağdı, gönderilen meleklerle yurdları altüst oldu.Lût aleyhisselâm da çıkıp İbrahim aleyhisselâm'ın yanına gitti. O da Halilürrahman kasabasında gömülüdür.

Hz.İbrâhim (a.s)

Hazreti İbrahim "Ulü'l-Azm(Azm Sahipleri) denilen büyük peygamberlarden biridir. Bunlar, bizim peygamberimiz Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, Nûh Aleyhisselâm, İbrâhim Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm ve Îsâ Aleyhisselâm olmak üzere beş peygamberlerdir.Nuh peygamberin çocukları dağıldıktan sonra Hâm'ın soyundan "Nemrud" adında bir adam, birçok kabileleri başına toplayarak Bâbil'de, şimdiki Musul şehrinin bulunduğu yerlerde Bâbil hükümetini kurmuştu. Bâbil ülkesine "Geldanistan" hükümdarlarına da "Nemrud" denilir.Bâbil halkı arasında "Saibe" denilen sapık bir din türemişti. Bunlar, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve hükümdarlara tapmakta idiler. Yüce Allah, Nemrud, İbni Ken'an zamanında Bâbil halkına İbrâhim Aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdi.Ona on sayfalık kitap verdi.Hazreti İbrâhim, Bâbil halkına gerçek dini bildirmeye başladı, onları hak dinine çıkardı.Doğup batan,sönüp giden şeylerin tapılmaya uygun bulmadıklarını onlara söyledi.Fakat onlar aldırmadılar. Bir yortu günü insanlar şehir dışına çıkmışlardı. İbrâhim Aleyhisselâm şehirde kaldı. Putların bulunduğu yere giderek bir kısım putları kırdı.Elindeki baltayı da büyük bir putun boynuna astı.İnsanlar şehre dönüp bu durumu görünce, bunu Hazreti İbrâhim'in yaptığını anladılar. Hazreti İbrâhim de: "Eğer söyleyebilirse sorunuz;bunu büyük bir put yapmıştır!" dedi.Dediler ki: "Hiç cansız olan bir put böyle bir şey yapabilir mi?" dediler. Hazreti İbrâhim de "Mâdem ki bunlar cansız, ellerinden birşey gelmez şeylerdir;artık niçin bunlara tapıyorsunuz?" dedi. İbrâhim Aleyhisselâm bu cahil kavme, ne kadar sapıklık ve anlayışsızlık içinde kaldıklarını bu hareketi ile anlatmak istemişti. Bunun üzerine hepsi de biraz sustular, cahilliklerini anlar gibi oldular. Ne yazık ki, cehalet gururları tekrar baş gösterdi. Sapıklıklarında ısrar ettiler. Hazreti İbrâhim'i, yaktıkları büyük bir ateş içine attılar. Fakat ateş, Yüce Allah'ın emri ile gül bahçesi kesildi, onu yakmadı. Bu Allah'ın büyük bir mucizesi idi. Bunu görenlerden bazıları îmân ettiler. Hazreti İbrâhim de bu iman edenleri ve kendi âile halkını yanına alarak Şam memleketine hicret etti. Bir aralık kıtlık olunca Mısır'a gitti. Sonra da dönüp Ken'an ilinde Kudüs çevresinde bulundu.İbrâhim Aleyhisselâm rivayetlere göre, Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışından üçbin üçyüz otuzyedi sene sonra Bâbil de doğmuş ve yüzyetmişbeş veya ikiyüz sene yaşamıştır. Kudüs'e bağlı "Halilürrahman" kasabasında bir mağara içinde zevcesi Sâre ile beraber gömülmüştür.Hazreti İbrâhim'e "Halilûllah" denir. Ona bütün milletler saygı gösterir. Son derece misafir sever idi. Minberde hutbe okumak, misvâk kullanmak, sünnet olmak, tırnak kesme işleri, Hazreti İbrâhim'in bazı sünnetlerindendir. Kâbe-i Muazzama'yı, oğlu İsmâil Aleyhisselâm ile ilk olarak veya yenileyerek inşa etmiştir.

Hz.Sâlih (a.s)

Hazreti Sâlih, Şam ile Hicaz arasında "Hicr" denilen yerde yaşayan "Semud" kavmine peygamber gönderilmiştir. Bu kavim de dağları delmiş, taşları oymuş, kendilerine pek sağlam binalar yapmışlardı. Fakat, bunlar da doğru yoldan çıkmış bulunuyorlardı. Hazreti Sâlih'in yirmi sene devam eden emirlerine ve öğütlerine muhalefet ettiler. "Bu deveye dokunmayınız" dediği ve mûcize olarak taştan Allah'ın emri ile çıkardığı hayvanı boğazladılar. Nihayet şiddetli bir gürültü ile yerlere serilip helâk oldular. Salih peygember de, kendisine îman edenlerle beraber çıkıp önce Şam'a, Filistine, sonra da Mekke-i Mükerremeye gitti. Seksenbeş sene veya ikiyüz sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme'de Rükün ile makam arasında gömüldüğü rivayet edilir.

Hz.Hûd (a.s)

Hazreti Hud Yemen'de Hadramut civarında "Ahkaf" denilen yerde yaşayan "Ad" kavmine peygamber gönderilmiştir. Şöyle ki: İnsanlar,tufan felâketinden sonra yine azıtmışlar,yollarını saptırmışlar,Allah'ın dinine aykırı işlere sarılmışlardı. Bunlardan bir kısmı da "Ad" kavmi idi. Bunlar, birçok nimetlere ve kuvvetlere kavuşmuş muhteşem binalar yapmış; fakat Yüce Allah'ın dinini inkâr ederek putlara tapmışlardır. Kendilerine Hud Aleyhisselâm gönderildi. Bu muhterem peygamber,birçok mûcizeler gösterdi. Fakat inanmadılar. Nihayet yedi gece sekiz gün devam eden şiddetli bir rüzgâr ile helâk oldular. Hazreti Hud da, kendisine imân edenlerle beraber çıkıp başka yere gitti. Yüzelli sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme'de veya Hadramut'da gömüldüğü rivayet edilmiştir.

Hz.Nuh (a.s)

Hazreti Âdem'den sonra insanlar çoğalmış,birçok yerleri imar etmiş;fakat Allah'ın birliğine dayanan gerçek tevhid dînîni bırakıp putlara tapınmaya başlamışlardı.Fakat kendilerine kırk veya elli yaşında bulunan Hazreti Nuh Aleyhisselâm peygâmber gönderildi.Bu muhterem peygâmberin dokuzyüzelli sene süren öğütlerini dinlemediler. Sonunda Hâzreti Nuh,Yüce Allah'ın emri ile gemi yaptı. Bu gemi tamamlandıktan sonra gökten yağmurlar yağmaya,yerden sular fışkırmaya,denizler kaynayıp taşmaya başladı,sular bütün yeryüzünü kapladı. Dağların tepelerini bile aştı. Buna "Tufan" olayı denir ki,rivâyete göre Hazreti Âdem'in yaratılışından 2242 sene sonra olmuş,5 veya 7 ay devam etmiştir.Nuh Aleyhisselâm,Sâm,Hâm ve Yafes adındaki üç oğlu ile diğer müminleri ve uygun gördüğü hayvanlardan birer çifti gemiye almış,bunun dışında kalanlar suların içinde boğulup gitmişlerdir.Hazreti Nuh'un Yam veya Ken'an adındaki oğlu da kendisine inanmayıp bu gûnahkâr kavim arasında boğulup gitmiştir.Daha sonra yağmurlar kesilmiş,sular çekilmeye başlamış,Hazreti Nuh'un gemisinde,Musul civarında "Cûdi" denilen dağın üzerine Muharrem'in onuna rastlayan "Aşûre" gününde oturmuştu. Rivayete göre kırkı erkek kırkı dişi olmak üzere seksen kişiden ibaret bulunan gemi halkı karaya çıkmış,Yüce Allah'ın dinine bağlı kaldıkları için selâmete ermişlerdir.Hazreti Nuh'a ikinci âdem denir.Çünkü yeryüzündeki insanlar Tûfandan sonra bütün onun neslinden türeyip yeryüzünde dağılmış,aralarında başka başka diller meydana gelmiştir.Rivayete göre Hazreti Nuh'un oğlu bulunan Sâm,Arapların,Farsların,Rumların,Hâm Sudan kavminin ,Yafes de Türklerin ilk babasıdır.Hazreti Nuh,Tûfandan altmış sene veya üçyüz elli sene kadar daha yaşamıştır.Nuh Aleyhisselâm ve diğer kimselerin çok uzun seneler yaşamış oldukları çok görülmemeli.Yüce Allah ilk insanları,hikmeti gereği çok yaşatmıştır.Allah'ın kudretine göre güçlük yoktur.Zaten varlığımızın her ânı onun kudreti ile ayaktadır. Yoksa bir an bile yaşamak mümkün değildir. Onun için Yüce Allah dilediğini uzun ömre kavuşturur. Artık bu seneleri mevsimlere çevirmeye gerek yoktur.Tûfan olayına gelince, bu âlimlerin çoğunluğuna göre genel olmuştur. Bütün yeryüzünü kapsamıştır. En yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanlarının fosilleri de bunu kuvvetlendiriyor. Bazı âlimlere göre de, özel bir bölgede olmuştur. Yalnız Hazreti Nuh'un bulunduğu Bâbil bölgesine ve etrafına aittir. Gerçeğini Allah Tealâ Hazretleri bilir.

Hz.İdris (a.s)

Hazreti İdris büyük bir peygamberdir. Hazreti Şît'den sonra peygamber olmuştur. Birçok ilimlere, hikmetlere, göklerin esrarına dâir bilgisi vardı. Bir rivayete göre ilk yazı yazan ve ilk elbise giyen Hazreti İdris'dir. Yeryüzünde üç yüz atmış sene yaşadığı rivayet edilmiştir. Sonunda Hak Teâla tarafından yüksek bir makâma kaldırılmıştır. (1)

Hz. Âdem (a.s)

Bütün insanların ilk babası ve ilk Peygamberi Adem Aleyhisselâmdır. Şöyle ki : Yüce Allah, bu âlemi yoktan var etmiş, birçok devirler geçtikten sonra da yeryüzünde insan cinsinin ilk babası olmak üzere büyük kudreti ile Hazreti Adem'in cesedini topraktan yaratmış ve onu ruhla, ilimle seçkin kılmış ve ona eş olmak için Hazreti Havva'yı yaratmıştır.Bütün melekler Hazreti Allah'ın emri ile Âdem'e secde ettiler, yalnız meleklerin arasında yaşayan ve aslında cinlerden bulunan İblis (Şeytan), kendisinin ateşten yaratılmakla Âdem'den daha üstün olduğunu söyleyerek büyüklenmiş ve secde etekten kaçınmıştı. Bunun cezası olarak da melekler arasından kovulmuş ve lânete uğramıştır. (1)Yüce Allah özel bir ikram olarak Âdem ile Havva'yı cennete koymuş ve hikmeti gereği olarak cennette bulunan bir ağacın meyvesinden yemelerini kendilerine yasaklamıştı. Oysa ki, Şeytan, bir yolunu bularak cennete girmiş ve bunlara kuşku vermiş. Demiş ki: Bu meyveden yerseniz, devamlı olarak burada kalırsınız. Hem de onlara bunu yemin ederek söylemişti. Âdem ile Havva yasak durumu unutarak o meyveyi yemişler. Bunun üzerine cennetten çıkarılarak tekrar yeryüzüne indirilmişlerdir. Rivayete göre Âdem AleyhisselamSerendib adasına, Hazreti Havva da Cidde'ye indirilmiş. Sonrada Mekke civarında "Müzdelife" denilen yerde buluşmuşlardır.Hazret Âdem ve Hazreti Havva hemen pişman oldular, tövbe edip istiğfarda bulundular. Yüce Allah tövbeleri kabul buyurmuş ve Âdem'i kendi evlat ve torunlarına Peygamber yapmıştır. Kendisine on sayfalık bir kitap vermiştir.Rivayete göre Âdem Aleyhisselam bin sene veya dokuz yüz otuz sene yaşamıştır. Vefat edince, Serendib Adası'nda veya Mekke-i Mükerreme'de Ebu'l Kubeys Dağı'nda gömülmüştür. Nuh Aleyhisselam tarafından alınmış olan mübarek cesetlerinin sonradan Beyt-i Makdis'e gömülmüş olduğu rivayet edilmiştir.Hazreti Âdem'den bir sen sonra da, Hazreti Havva vefat edip Cidde de veya Hazreti Âdem'in yanına gömülmüştür.Bilindiği gibi, Yüce Allah kudret ve hikmet sahibidir, dilediğini dilediği şekilde yaratır. Onun için Âdem Aleyhisselam'ı insanların ilk babası olmak üzere mükemmel bir halde yaratmıştır, yoksa başka bir yaratıktan tekâmul (evrim) yolu ile meydana getirmiş değildir. Buna aykırı olan sözler, bir kuru görüşten ibarettir. İnsanların kadrini ve şânını bozduğu ve din bilgilerine aykırı bulunduğu için, bizce hiçbir önemi yoktur.Âdem Aleyhisselam'dan sonra peygamberlik, Hazreti Şit'e verilmiştir. Şit Aleyhisselam, Hazreti Âdem'in en güzel ve en sevgili oğludur. Rivayete göre, Hazreti Âdem'in yaratılışından yüz yirmi sene sonra doğmuş ve dokuz yüz on iki sene yaşamıştır. Ölünce Ebu'l Kubeys Dağı'nda Hazreti Âdem'in yanına gömülmüştür.Hazreti Şit'e peygamberlik, tevhîd ve tesbih esaslarını kapsayan, elli sayfalık bir kitap verilmiş ve Hazreti Âdem'in vasiyeti üzerine kardeşlerinin reisi bulunmuştur. Bir rivayete göre Kâbe-i Muazzama'yı Hazreti Âdem, diğer bir rivayete göre de Hazreti Şît ilk kez olarak taştan bina etmiştir.Şît'in anlamı "Hibetullah (Allah'ın bağışı)"dır. Hazreti Âdem'e, Kabil tarafından şehid edilen Habil'e bedel olarak Allah tarafından ihsan buyurulmuş demektir. Bu zâta "Şis" de denilmektedir.
(1) Meleklerin Âdem Aleyhisselam'a secde etmesi ibadet secdesi değil, saygı ve selâmlama secdesiydi. Çünkü Allah'tan başkasına ibadet için secde yapılmaz. Önceleri câiz olan selâm secdesi ise, İslâm'ın gelişiyle kaldırılmıştır. Bir de bu iş Allahu Teâlâ'nın emriyle olduğundan, yapılan bu secdeyle Allah'a itaat edilmiş, Âdem de secdenin kıblesi gibi olmuştur.(Fahreddîn er-Râzî: Mefatîhu'l-Gayb, 2/194-95; Kurtubî: el-Câmi' li-ahkâmi'l-Kur'an, 1/306; Ebû Hayyan: el-Bahru'l-Muhît, 1/247; Tefsîru'l-Beyzâvî, 1/293; Tefsîru'n-Nesefî, 1/81; Tefsîru'l-Hâzin,1/63)

Ravi ve Özellikleri

Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in söz ve fiillerini rivayet eden her kişiye ravi denir.
Birde "Senet" denilen kavram vardır Bu da, Hadis-i Şerif’i rivayet eden kişiler zinciridir.
Esas ravi olan zatların hayatları, yaşam tarzları ve niyetlerindeki samimiyet çok önemlidir. Çünkü insanlığa ilim aktaran alimlere güvenmek söz konusudur. Bunlar, Allah(cc)'a olan teslimiyet ve inançları sebebiyle ortaya koymuş oldukları tavırları, sözleri, hayırlı amelleri bize bu yolda ne kadar güvenilebilir olduklarını gösteren sebeplerden sayılmaktadır.
Dolayısıyla ravi olan kişilerinde rivayet ettikleri hadis-i şerifleri önemseyerek dikkat etmemiz gerekiyor. Burada niyet hususuda önemlidir. Eğer bize ulaşan bir hadis-i şerif sahih olmasa dahi, sırf Allah rızası için Peygamber efendimiz böyle buyurmuş diyerek amel edilirse elbetteki karşılıksız kalmayacağı bilinir. Fakat islamiyete uygun olmama konusu bundan müstesnadır.
Hadis-i Şerif rivayet eden meşhur ravilerin yanısıra, sahih olan 6 hadis kitabının toparlandığı kaynak kitaplar ve bilgiler günümüzde mevcuttur. (Kütüb-i Sitte gibi.)

Hadis-i Şerif Lugatı

Hadîs Âlimi (Muhaddis):Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.
Hadîs İmâmı:Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.
Hadîs-i Âhâd:Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Âmm:Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Cibrîl:Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.
Hadîs-i Garîb:Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.
Hadîs-i Hâs:Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Hasen:Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Kavî:Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Kudsî:Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hadîs-i Maktû':Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler. Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i Kudâme-Buhârî)
Hadîs-i Mensûh:Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.
Hadîs-i Merdûd:Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.
Hadîs-i Meşhûr:İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mevdû:Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için; "Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa; "Resûlullah'ın sallallah ü aleyhi ve sellem sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî)
Hadîs-i Mevkûf:Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mevsûl:Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.
Hadîs-i Muddarib:Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Muhkem:Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mu'allak:Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Munfasıl:Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müfterâ:Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri. Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.
Hadîs-i Mürsel:Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Münkatı':Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd): Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müteşâbîh:Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mütevâtir:Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları müm kün değildir. Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i Nâsih:Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.
Hadîs-i Sahîh:Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bulan) hadîsler.
Hadîs-i Şâz:Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler. Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar.
Hadîs-i Zaîf:Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler. Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.

Hadis-i Şerif nedir ?

Hadis-i Şerif, Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (sav) 'in sözlü ifadelerinin tümünü kapsayan bir tanımdır.
Hadis-i Şerifler, ortaya çıkmış en hayırlı ümmet için hazine değerindedir. Kur'an-ı Kerim'in en iyi tefsirini yapan ve ona göre yorumlayan peygamber, ümmetine tavsiyelerde ve öğütlerde bulunmuştur. Hatta bazı sözleri ayet hükmündedir. (Hadis-i Kudsiler gibi)
Hadis-i Şerifler sünnetlerin sözlü ifadeleridir, sünnet çeşitlerini kısaca izah etmek gerekirse;
1- Kavli sünnet; Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sözleridir. 2- Fiili sünnet; Peygamber efendimiz (s.a.v)’in yaptığı iş ve hareketlerdir. 3- Takriri sünnet; Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in işaret ettiği veya sükut ettiği işlerdir.
İslam'ın temelini & kaynağını sırasıyla şu 4 şey oluşturur:
1- Kur'an-ı Kerim2- Sünnet3- İcma4- Kıyas
Görüldüğü gibi Sünnet, Allah'ın kelamından sonra islamiyette en temel kaynak olarak kabul edilir.
Sünnet olan söz, fiil ve takrirlerin kesinlikle vahiyle bağlantısı vardır.

Kur'an-ı Kerim Surelerinin Faziletleri

Kur'anı azimüşşan İnanlar için bir hidayet ve şifadır. 41:44 - Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'ân yapsaydık onlar mutlaka: "Bu kitabın âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?" derlerdi. Sen de ki: "O, iman edenler için bir hidayet ve şifadır." İman etmeyenlerin kulaklarında ise bir ağırlık vardır. Kur'ân onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar (da duymuyorlar). HADİSİ-İ ŞERİFLER* Levh-i Mahfuz'a ilk yazılan, BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM'dir.* FATİHA süresi, Kur'an'ın üçte birine bedel ve Kur'an'ın anasıdır. * FATİHA her derde deva, zehire şifadır. (Ramüz 321/11) * Bir millete Allahü Teala azab göndermeyi hükmetti. Onların çocuklarından biri Fatiha-i Şerife'yi öğrenip okuyunca Allahü Teala onların üzerinden kırk yıl azabı kaldırdı. (Beyzavi1/14) * Allah'a yemin ederim ki, ne Zebur'da, ne incil'de ne Tevrat'ta ve ne de Kur'an'da Fatiha süresinin bir misli nazil olmamıştır. (Tergib 3/183) * BAKARA süresi, Kur'an'ın evi veya perdesidir. Onu öğretiniz. Çünkü onu öğrenmek bereket, terk etmekse hasrettir. Bu süreye sihirbazlar güç yetiremezler. (Beyzavi 2/274) * Kur'an okumayı terkedip de evlerinizi kabirlere benzetmeyiniz. Sure-i Bakara'nın okunduğu evden şeytan mutlaka kaçar. (Tergib 195) * Her şeyin bir senamı (alası-zirvesi) vardır.Kur'an'ın senamı da Bakara süresidir. Kim gece evinde o süreyi okursa şeytan üç gece o eve gelmez. Kim de Gündüz okursa, şeytan o eve üç gün yaklaşamaz. (Ramüz 128/8) * Kur'an-ı Kerim'de en azim ayet AYETÜL KÜRSİ'dir. Bakara süresinde bir ayet vardır ki, Kur'anın ayetlerinin seyyididir. O ayet bir evde okundu mu şeytan oradan mutlaka çıkar (kaçar) Bu, Ayetül Kürsi'dir. Ayetül Kürsı'yi okuyan kimseye, Kürsi büyüklüğünde ecir verilir. Melekler ona istiğfar ederler Yatarken Ayetül Kürsi okuyan kişiyi, onun komşusunu ve etrafında bulunan bütün komşularını Allahü Teala emniyet altına alır. (Beyzavi 2/259) * Süre-i Bakara'nın sonundaki iki ayeti AMENERRASULÜ'yü... geceleyin kim okursa, o, ona yeter. (Beyzavi 2/274) Hz. Ömer R.A. "Akşam Amenerrasülü..' yü okumadan yatan kişiyi biz akıllı saymazdık. (Hak dini Kur'an dili) * ALİ İMRAN süresini Cuma günü okuyana Allahü Teala rahmet, melekler de güneş batıncaya kadar Salatü Selam ederler. (Beyzavi 2/63) * NİSA Süresini okuyan kişi sanki bütün mü'min kadın ve erkeklere sadaka dağıtmış ve bir köle azad etmiş gibi ecir alır ve Allahü Teala'nın günahlarından vaz geçtiği kullarından olur. (Beyzavi 132) * Kur'an'ın yedi uzun süresini ki, -NİSA süresi de onlardandır- kim öğrenip okursa o kişi alim sayılır.(Ahmet ibni Hanbel) * MAİDE Süresini okuyan kişiye Cenab-ı Hak dünyada yaşayan yahüdi ve hristiyanların adedince hasene yazar. (Beyzavi 2/178) * EN 'AM Suresini okuyan kişi için yetmiş bin melek bu sürenin harflerinin adedince istiğfar ederler. (Beyzavi 2/217) * Kim sabah namazını cemaatle kılar ve namaz kıldığı yerde oturarak EN' AM Süresinin başından üç ayet okursa Allah bu sayede ona yetmiş melek görevlendirir. Bunlar kıyamete kadar Allah'ı tesbih ve okuyan kişiye istiğfar ederler. (Deylemi) * A'RAF süresini okuyan kimse için Cenab-ı Hak kıyamet gününde şeytanlara karşı bir perde halk eder. (Onu şeytanlardan korur) ve Adem A.S.'ı ona şefaatçı kılar. (Beyzavi 3/40) * ENFAL ve BERAE sürelerini okuyan kişiye ben kıyamette şefatçı olacağım. (Beyzavi 3/40) * YUNUS ve HUD sürelerini kim okursa (kendisine sayısız dereceler ihsan olunur. (Beyzavi) Not: Hud süresi 41. ayeti (Bismillahi mecreeha. Vemürseha inne rabbi lagafururrahiim.)ni Nuh A.S. gemiye binerken okumuş ve kendisine tabi olanlara okumalarını emretmişti.Okudular, selamet buldular. Bizler de vasıtaya binerken 3 veya 7 defa okursak manevi kemerlerimizi bağlamış oluruz. * YUSUF süresini herhangi bir mü 'min okur ve aile efradına öğretirse, Cenab-ı Hak onlara ölüm hastalığını kolay kılar ve müslümanlara haset etmek duygusundan onları kurtarır. (Beyzavi 3/144) * RAAD süresini okuyan kişiye Allahü Teala bütün şimşekler adedince ecir ihsan eder ve onu ahdini ifa etmiş kişi olarak diriltir. (Beyzavi 3/154) * NAHL Süresi'ni okuyan kişi, o gün ölürse. Allahü Teala onu dünyada ihsan ettiği nimetlerden dolayı hesaba çekmez. (Beyzavi 3/195) * KEHF süresinin evvelinden on ayet ezberleyen Deccal'in fitnesinden emin olur. (Tergib 3/192) * ENBİYASüresini okuyan kişinin hesabını Cenab-ı Hak kolay kılar ve peygamberler onunla müsafaha ederler. (Beyzavi 4/48) * HAC Süresini okuyan, hac ve umre yapanların sevabları gibi sevab alır. (Beyzavi 4/62) * BAKARA. ALİ İMRAN . TAHA Süreleri kendileriyle yalvarılıp dua edildiğinde, Cenab-ı Hakk'ın kabul buyuracağı "ism-i Azam"dırlar.(Darimi) * TAHA ve YASİN Sürelerini Allahü Teala Hz.Adem A.S.'ı yaratmadan bin yıl evvel okumuştur. Melekler işitince BUNLARIN İNDİRİLECEĞİ ÜMMETE, BUNLARI OKUYACAK DİLLERE, BUNLARI EZBERLEYECEK GÖNÜLLERE NE MUTLU demişlerdir. (Darimi) * MÜ'MİNÜN Süresinin evvel i ve ahiri Cennet hazinelerindendir. Evvelindeki üç ayetle amel eden, ahirindeki dört ayetin nasihatını dinleyen kişi kurtulur, felah bulur (Beyzavi 4/73) * FÜRKAN süresini okuyan, mü'min olarak Allahü Teala'ya kavuşur. (Beyzavi 4/100) * NEML Süresini okuyan haşrolunduğunda kabrinden (La ilahe illallah) diyerek kalkar. (Beyzavi 4/122) * AHZAB Suresini okuyup, ehline öğreten, kabir azabından emin olur. (Beyzavi 4/169) * MÜLK ve SECDE Surelerini yatsıdan sonra okuyan, Kadir gecesini ihya etmiş gibi olur. (Fethü'l Kadir) * SECDE ve MÜLK Surelerini okuyunuz. Zira bu iki surenin her ayeti diğer surelerin yetmişayetine bedeldir, (Tirmizi) * YASİN Suresini ölülerinize okuyunuz. (Tirmizi) * Her şeyin bir kalbi vardır. Kur'an'ın kalbi de YASİN'dir. Kim Yasin'i okursa, Cenabı Hak ona on defa Kur'an okumus kadar sevap ihsan eder. (Tirmizi) * Kim geceleyin YASİN okursa affedilmiş olarak sabaha çıkar. (Tirmizi) * YASİN’i Her gece okuyan, şehid olarak ölür(Elmanevi) * YASİN’i okuyunuz. Onda on bereket vardır: 1- Aç, okursa doyar, 2- Çıplak, okursa giyinir, 3- Bekar, okursa evlenir, 4- Korkusu olan, okursa emin olur, : 5- Mahzun, okursa ferahlar, 6- Misafir okursa seferde yardım görür, 7- Kayıp (için okunursa) bulunur, 8- Hasta okursa (veya hastaya okunursa) şifa bulur, 9- Ölü üzerine okunursa azabı hafifler, 10- Susayan okursa suya kavuşur. (Ramuz 79/4) * Her kim anne ve babasının veya bunlardan biri nin kabrini her Cuma ziyaret eder ve yanlarında YASİN okursa, her harfinin sayısınca ona mağrifet olunur. (Hak dini Kur'an dili) * YASİN-i ŞERİF'i gece okuyan, Yedi hatim sevabına nail olur. * YASİN-i ŞERİF'i gece okuyana, 20 hac sevabı verilir. (Künüzü'd Dekaik) * VAKIA süresini gece okuyan, hiC fakirlik görmez, (Beyzavi 5/116) * ZÜHRUF süresini okuyan kimse için kıyamet günü "Ey kulum bu gün sana korku ve üzüntü yok" denilir. (Beyzavi C-5 S.65) * DUHAN süresini okuyup yatan kişi mağfiret olunmuş olarak kalkar. (Beyzavi 5/68) * DUHAN süresini gecenin evvelinde okuyan kişi için yetmişbin melek sabaha kadar istiğfarda bulunur. (Tirmizi) * DUHAN süresini Cuma günü veya gecesi okuyan kimse için, Allahü Teala Cennette bir köşk ihsan eder. (F. Kadir) * CASİYE süresini okuyanın Allahü Teala ayıplarını örter ve hesap korkusunu giderir. (Beyzavi) * Bu gece bana bir süre nazil oldu ki, o, bana üzerine güneş doğan her şeyden sevgilidir. Bu, İNNA FETEHNA LEKE... süresidir. * HAŞR süresini okuyan kişinin geçmiş ve gelecek günahları(ndan bazıları) aftolunur. Bir kimse sabahleyin ÜÇ KERE "EÜZÜ BİLLAHİSSEMİİL ALIMİ MİNEŞŞEYTANİRRACIM" der de HAŞR süresinin sonundan üç ayet okursa, Allahü Teala ona yetmişbin melek vekil eder ki, onlar akşama kadar kendisine dua ederler. Eğer o gün ölürse şehid olarak ölür. Akşamleyin okursa yine bu menzilede olur. (Ramüz 434/12) * Allah'ın ayetleri içerisinde "ism-i Azam", Süre-i Haşrin ahirindedir. (Hüvallahüllezi.. ilah) * Kim gündüz veya gece HAŞR süresinin sonunu okur, sonra da o gün veya o gece ölürse Allah ona Cenneti vacib kılar. (Beyhaki) * MÜNAFİKÜN süresini okuyan nitaktan beri olur. * TEĞABÜN süresini okuyan kişiden Allahü : Teala ani ölümü defeder. (Beyzavi 5/136) * TALAK süresini okuyan kişi, sünnet-i Resülüllah üzere ölür. (Beyzavi 5/136) * TAHRiM süresini okuyana, Allahü Teala tevbe-i nasuh nasib eder. (Beyzavi 5/140) * MÜLK süresini okuyan kimse Kadir gecesi ihya etmiş .9ibidir. (Beyzavi 5/142) * TEBAREKE (Süre-i Mülk), kabir azabına manidir. (Tirmizi) * Bir kimse her gece Sure-i KIYAME (ki La uksimü biyevmil Kıyame...) okursa, kıyamet günü yüzü ayın ondördü gibi parlayarak Allah'a kavuşur.(Ramüz 438/6) * İNŞİKAK süresini okuyan kişiye, Allahü Teala kitabını solundan ve arkasından vermez. (Beyzavi 5/179) * İZAZÜLZİLE suresini dört defa okuyan kişi, sanki Kur'an'ın tamamını okumuş gibidir. (Beyzavi5/192) * TEKASÜR suresini okuyan, ani ölüme uğramaz. * Sizden biriniz her gün bin ayet okuyamazsa ELHAKÜMÜTTEKASÜR'ü okuyamaz mı?. (Ramuz 82/8) * Size bir sure okuyacağım ki, (o sırada) kim ağlarsa Cennetliktir. Ağlayamazsa hüzünlü bulunsun. Bu, Elhakümüttekasür suresidir. (Ramuz 147/6) * KAFİRÜN suresini okuyan kişi,sanki Kur'an'ın dörtte birini okumuş gibidir.(Beyzavi5/192) * Ey Cübeyr! Sefere çıktığında arkadaşlarıniçinde en iyi hal ve en fazla azık sahibi olmaktan hoşlanırsan şu beş sureyi oku: Kul ya eyyühel kafirun-iza cae nasrullah-Kul hüvallahü Ehad- Kul euzü birabbil Felak- Kul euzü birabbinnas.. Her sureye besmele ile başla ve besmeleyle bitir. (Ramuz 1118) * Yatağına geldiğinde "Kul ya eyyühelkafirun" suresini oku, sonra uyu. Bu, şirkten beri olmaktır. (Ramuz 37/5) * İHLAS suresini okuyan kişiye Cennet vacib olmuştur. (Beyzavi5/200) * İHLAS ve MUAVVEZETEYN surelerini akşam sabah üçer kere okumak sana her şey için kafidir. (335/9) * KULHÜV ALL.AHÜ EHAD, Kur'an'ın üçte birine bedeldir. (Ramüz 335/7) * Bir kimse İHLAS süresini elli defa okursa, elli senelik, ikiyüz defa okursa, ikiyüz senelik günahı Affolunur.Bin defa okursa, kendisini Allahü ila'dan satın almış olur.(Ramüz 438/8-9-11) * Bir kimse farz namazlardan sonra on defa İHLAS okursa, Allahü Teala, rızasını ve mağfiretini kendisine lazım kılar. (Ramüz 438/12)

Kur'an-ı Kerim'e Karşı Vazifelerimiz

Bir müslüman olarak Kur'an'a karşı ilk vazifemiz, onun ve ihtiva ettiği hakikatların hak olduğunu tasdik etmektir. Daha sonra, onu okumak, mânasını anlamak ve emirlerini tatbik edip yaşamak, ulvî düsturlarını, ferd ve cem'iyet olarak hayatımıza hâkim kılmak gibi diğer vazifeler gelir.
Her müslümanın, namazı câiz olacak kadar Kur'an'dan bir bölüm ezberlemesi farz-ı ayndır. Fâtiha sûresiyle birlikte başka bir sûreyi daha ezberlemek vâcibdir. (Bununla farz da yerine getirilmiş olur). Kur'an-ı Kerîm'in bütününü ezberlemek ise, farz-ı kifâyedir. Yani bir kısım müslümanların hâfız olması, diğer müslümanları mes'ûliyetten kurtarır. Ancak Kur'an'ı ezbere bilen hiç kimse kalmazsa bütün müslümanlar mes'ul olur.
Kur'an'ı namaz dışında yüzünden okumak, ezbere okumaktan daha faziletlidir. Zira bu okuyuşa hem göz, hem de dil iştirâk eder. Tefekküre de daha müsaittir. Ezbere okumaya ise sadece dilin iştirâki vardır. Kur'an'ı namaz dışında da, kıbleye yönelerek, temiz giyimli olarak ve edeblice oturarak okumak müstehabtır. Okumaya başlarken Eûzü-Besmele çekilmesi de yine müstehabdır.
Kur'an'ı yüzünden abdestli olarak okumak farzdır. Çünkü abdestsiz Kur'an'a el sürülmez. Kur'an'ı ayda bir defa hatmetmek, umumiyetle güzel görülmüştür. Senede 1, 40 günde bir, haftada 1 hatmi tercih edenler de vardır. Ancak 3 günden az zamanda hatim caiz görülmemiştir. Çünkü bu takdirde Kur'an'ı sür'atli okumaktan dolayı mânasını düşünmek kâbil olmaz, ayrıca telâffuz hatâları yapılabilir. Kur'an-ı Kerîm'i dinlemek farz-ı kifâyedir. Bir mecliste Kur'an okunurken, dinliyenin bulunması, dinlemeyenlerden mes'uliyeti kaldırır. Ancak başka işlerle meşgul olan kimselerin yanında yüksek sesle Kur'an okunması uygun görülmemiştir.
Kur'an okumak, nafile ibâdet yapmaktan; Kur'an'ı sesli okumak ise, sessiz okumaktan efdaldir. Bir kimse, yürürken veya bir iş görürken Kur'an okuyabilir. Yalnız bu hâlin Kur'an'ı gafletle okumağa sebeb olmaması gerekir. Bil'akis okuduğu Kur'an, onu gaflete dalmaktan sıyırmalıdır. Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde dua, tesbih, Peygamberimize salât ü selâm, Kur'an okumaktan efdaldir. Kur'an'ı güzel sesle ve tecvidle okumak müstehabdır. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde "Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz" buyurmuştur.
Kur'an'ı tecvide aykırı şekilde nağmelerle okumak câiz değildir. Kelimeleri değiştiren, mânayı bozan okumalar da haramdır. Kur'an okumayı öğrenmiş olan kimse, sonradan yüzünden okuyamıyacak derecede unutsa günahkâr olur. Kur'an'ı okumak gibi, başkasına okutmak, öğretmek de sevabı çok bir ibâdettir. * Ücretle Kur'an okumayı bâzı âlimler caiz görmüşse de, bunu bir geçim yolu olarak benimsemekten kaçınmak gerekir. Yırtık ve eski olup kullanılmayan mushaf yakılmaz. Temiz beze sarılıp toprağa gömülür. Yahut toz gelmeyen temiz bir yere konur. (Tatarhâniye'den).
Kur'an okumak ve okutmanın fazileti ile ilgili olarak hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur:
Ebû Mûsâ el-Eş'ari (ra) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kur'an'ı okuyan ve gereğini olduğu gibi tatbik eden mü'min, kokusu hoş, tadı güzel turunç meyvesi gibidir. Kur'an okumayan, fakat gereğini tatbik eden mü'min, tadı olan ve fakat kokusu bulunmayan hurmaya benzer. Kur'an okuyan, fakat gereğini tatbik etmeyen münâfık da, sadece kokusu hoş olan fesleğen gibidir. Kur'an okumayan münâfık da, tadı acı ve kokusu çirkin Ebû Cehil karpuzuna benzer."
"Ümmetimin yapacağı en faziletli ibâdetlerden biri de Kur'an-ı Kerîm'i yüzüne bakarak okumasıdır."
"Kul, Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman hatim duası esnasında 10 bin melek ona bağış talebinde bulunur."
"Şu ibâdet işinde gözlerinizin hazzını verin... O da Mushaf'a bakarak okumak ve üstünde tefekkür etmek, acâibatından ibret ve ders almaktır."
"Evlerinizde Kur'an okumayı artırınız. Bir ev ki, onda Kur'an okunmaz, o evin hayrı azalır, şerri çoğalır. Ehline darlık gelir..."
"Kur'an'ı oku, yasak ettiği şeyleri anla. Şayet okuman seni yasaklardan almıyorsa, onu okumuş, anlamış sayılmazsın."
"Oruç ve Kur'an, kıyâmet günü kula şefaat edecekler. Oruç diyecek ki: - Ey Rabbim, ben onu yemekten ve şehevî şeylerden gündüzleri alıkoydum. Ona şefaatimi kabûl buyur. Kur'an da diyecek: - Ey Rabbim, onu geceleri uykudan aldım. Ona şefaatimi kabûl buyur. Şefaatleri kabul buyurulur." "Herhangi bir cemaat, Allah'ın evlerinden birinde toplanır, Allah'ın Kitabını okur ve mânasını aralarında anlamaya çalışırlarsa, onlara sakînet (kalb huzuru ve itmi'nan) iner. Kendilerini rahmet kaplar, çevrelerini melekler sarar ve Allah Teâlâ yanında bulunanlara onları anlatır."
"Kur'an hâfızları, ehl-i Cennetin reisleridir."

Kur'an-ı Kerim Mucizesi

Kur'an, insanlığın hakikî saadetini te'min edecek her türlü îtikad, amel ve ahlâk esaslarını ihtiva eder. Hem lâfzı, hem de mânası itibariyle, en büyük ve ebedi bir mu'cizedir.
Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları kadar mu'cize verilmiş olmasın. Mu'cize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'an)dır. Bunun için kıyâmet gününde ben, peygamberlerin en çok ümmeti bulunanı olacağımı ümid ederim."
Gerçekten de, diğer peygamberlerin mu'cizeleri devirleri geçtikçe bitmiştir. Kur'an mucizesi ise, kıyâmete kadar bâkîdir. Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif âyetlerinde Kur'an'ın mu'cize olduğu hususu, ısrarla belirtilir:
"De ki, bu Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hattâ birbirlerine yardım da etseler, onun gibisini meydana getiremezler..." (el-İsrâ, 88)
Nitekim, Kur'an'ın lâfzındaki üslûb ve belâgata, şimdiye kadar hiç kimse nazîre getiremediği gibi, bundan sonra da getiremiyecektir... Kur'an, lâfzı gibi, mânası bakımından da mu'cizedir. Peygamber Efendimiz okuma-yazma bilmezdi. Kimseden bir şey öğrenmemişti. Bu yüzden ümmî sayılıyordu. Böyle olduğu halde, onun ortaya koyduğu kitab, en yüksek hakikatları ihtiva etmekte; ilmin ve tecrübenin yüzyıllarca uğraşarak ortaya koyduğu birçok ilmî gerçekleri 14 asır evvel haber vermektedir. Bu da Kur'an'ın doğrudan doğruya Allah kelâmı olduğunu göstermektedir. Meselâ, Güneşin kendi etrafında dönerek, ayrıca kendine bağlı birçok gezegeniyle birlikte sâbit bir noktaya doğru yol aldığı; ehramların açılıp Firavun'un mumyalarının ortaya çıkarılması gibi ilmî ve arkeolojik keşifler, son asrın keşifleridir. Halbuki Kur'an bu ve bunun gibi birçok gerçeği, asırlar öncesinden haber vermiştir.
İlim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur'an'a aykırı düşemez. Bil'akis müsbet ve içtimaî ilimlerin ilerlemesi Kur'an'ın tefsîrini ve açıklanmasını kolaylaştırır. Bediüzzaman'ın ifade buyurduğu gibi "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşmekte; ihtiva ettiği hakikatlar daha parlak şekilde ortaya çıkmaktadır." Kur'an-ı Kerîm'in diğer bir mu'cizelik ciheti de, sonradan olacak birçok şeyleri önceden haber vermesidir. Verdiği haberler, sonradan aynen çıkmıştır. (Bizanslıların ateşperest İranlıları yeneceği; Mekke'nin fethedileceği haberleri gibi...)

Kur'an-ı Kerim'in isimleri

Kur'an, kelime olarak, "toplamak, okumak, bir araya getirmek" mânalarına gelir.
Bu isim, Kur'an'a, bizzat kendisi tarafından verilmiştir (Bak: el-Bakara, 185). ayet ve sûreleri bir araya getirdiği; İslâm'ın îtikad, ibâdât, ahlâk, hukuk, v.s. esaslarını toplayıp ihtiva ettiği; dünyada en çok okunan ve okunacak olan kitab olduğu için bu ismi aldığı ifade edilir.
Kur'an'ın daha bir çok isimleri vardır. Bu isimlerden bâzıları şunlardır:
Kitab, Furkan, Zikr, Hükm, Hikmet, Şifa, Hüdâ, Rahmet, Ruh, Beyan, Nimet, Burhan, Nur, Hakk...

Kur'an-ı Kerim nedir ?

Kur'an-ı Kerîm, Yüce Allah(cc) 'ın insanlara indirdiği son Mukaddes Kitaptır. Kur'an, son Peygamber Hz. Muhammed'e (sav) Cebrâil (as) tarafından vahiy yoluyla indirilmiş ve ondan tevatür yoluyla nakl edilerek günümüze kadar gelmiştir. Kur'an-ı Kerîm ferde ve cem'iyete, bütün insan sınıflarına, bütün memleketlerde ve bütün devirlerde insan hayatının bütününe, maddî - mânevî bir hidayet rehberidir. Hükûmet başkanından, kumandandan sade vatandaşa ve sokaktaki adama kadar herkes, orada kendisiyle alâkalı olanı bulur. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti için gerekli bilgi ve dersleri ondan alır. Kur'an'ın sâhip olduğu meziyet ve özellikler, âyetlerde ve hadîslerde şu şekilde beyan buyurulmuştur:
"İşte bu Kur'an muazzam bir kitabdır. Onu biz indirdik. Çok mübarektir. (Fayda ve bereketi çoktur). Artık buna uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız" (el-En'âm, 155).
"Şu indirilmiş Kur'an, mübarek ve feyizli bir kitabdır ki elleri önündekini (Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir. Tâ ki onunla Mekke halkını ve bütün çevresindeki insanları korkutsun. ahirete îman edenler, namazlarına gereği üzere devam ettikleri gibi, Kur'an'a da inanırlar" (el-En'âm, 92).
"Onlar, hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânasını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı." (en-Nisâ, 82).
"O Kur'an, insanları Hakk'a ulaştırır; helâl ile haramda ve din hükümlerinde hakkı bâtıldan ayırır..." (el-Bakare, 185).
"Kur'ân-ı Kerîm doğru yol gösterici, mü'minlere derecelerle kurtuluşu müjdeleyicidir" (el-Bakare, 97).
"Bu Kur'an, akıl sâhiplerinin, âyetlerini iyice düşünüp anlamaları ve ders almaları için, sana indirdiğimiz saadet kaynağı bir kitabtır" (Sâd, 29).
Hâris bin A'ver'den rivayet edilmiştir: Bir gün Hz. Ali şöyle dedi: "Bakınız, ben Resûlüllah'dan (asm): "Yakında fitneler kopacaktır" buyurduğunu işittim. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın elçisi, bu fitnelerden kurtuluşun çaresi nedir?" diye sordum. "Allah'ın kitabı, Kur'an'dır" buyurdular. (Daha sonra Hz. Peygamber, Kur'an'ın özelliklerini şöyle açıkladı) Onda, sizden öncekilerin tarihi, sonrakilerinin haberi ve aranızdaki mes'elelerin hükmü vardır. O, Hak ile Bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın kopmayan sağlam ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. O, akılların sapıtıp şaşırmamasına ve dillerin karışmamasına yegâne sebebdir. Kur'an, ilim adamlarının doymadığı, asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir eserdir ki, cinler dahi onu dinlediği zaman, "Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren hârikulâde bir Kur'an dinledik" demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nu tatbik eden sevab kazanmış, O'nunla hükmeden adâlet etmiş ve insanları O'na dâvet eden dosdoğru yola yöneltmiş olur.
"Kur'an apaçık bir nur, hakîm bir zikir ve en doğru yoldur."
"Kur'an-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın gökten yeryüzüne uzatılmış bir ipidir."
"Kur'an'ın sair sözlere üstünlüğü, Rahman'ın mahlûkatına nazaran üstünlüğü gibidir."
"Kim Allah'ın kitabından bir âyet okursa, Kıyâmet günü kendisine nûr olur."
"Evlerinizi namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız."

Kur'an'ın unsurları
Kur'an'ın 4 unsuru vardır:
Lâfız, yani, okunur olması.
Arapça olması.
Hazret-i Muhammed'e (asm) indirilmesi.
Ondan bize eksiksiz, noksansız, tevatür yoluyla nakledilmiş olması.
Bu 4 unsurdan biri eksik olunca Kur'an olmaz. Binaenaleyh tercüme ve meâllere Kur'an denilemez ve bunlar Kur'an'ın yerini tutamaz.

Allah'ın cemâli

Tüm güzellikleri yaratan Rabbimizi görmek, O’nun cemalini seyretmek, selamını dinlemek kadar büyük bir saadet olabilir mi? Bu büyük buluşmanın gerçekleşmesi akla göre mümkün, kaynaklarımıza göre kesin olduğu halde bazı insanlar bu konuda şüpheye düşebiliyorlar.
Allahu Tealâ’nın müminler tarafından görüleceği konusunda şüphesi olanlar şu soruları soruyorlar: Gözümüz bunca mesafeden güneşe bile bakamıyor. Güneşi ve bütün alemleri yaratan Yüce Allah’ın zatına bu göz nasıl bakacak, buna nasıl dayanacak? Ayrıca bir şeyi görmek için onun bir yönde bulunması gerekir. Allah hangi yönde gözükecek? Oysa Rabbül Alemin için o şu yönde bulunur demek mümkün değil.
Bu tür sorular her zaman sorulabilir. Bunlar bir müminin aklına da takılabilir. Bu durumlarda hemen şüpheye düşüp inkâra gitmek yerine, problemi çözmenin peşine düşüp, meseleyi incelemek gerekir.
Ahiret şartları dünya ile aynı değil
Önce, konumuzu aydınlatacak temel esasları hatırlayalım:
İmanın esası, gayba iman etmektir. Gayb, yok olan değil, var olduğu halde görülemeyendir. Çok şey var ki, onları görmediğimiz halde kabul ediyoruz. Var olduklarını çeşitli kanıt, işaret ve belirtilerden anlıyoruz. İşte Yüce Yaratıcımız, melekler, akıl, ruh görmeden kabul ettiğimiz varlıklardır.
İdrak ve algılama bakımından, içinde yaşadığımız dünyanın şartları ile ahiret aleminin ve cennetin şartları aynı değildir. Yüce Yaratıcımız zatını ahirette gösterecektir; ve elbette kullarına da o duruma uygun özellikler verecektir.
Bir şeyi görmek onun her şeyini görmeyi gerektirmez. Mesela biz, bir insana bakarken onun sahip olduğu her şeyi, her özelliğini görmüş olmayız. Gök yüzünü görürüz, fakat tamamını görmüş ve anlamış olmayız. Rasulullah A.S. Efendimiz de, Allahu Tealâ’nın, zatını, Adn Cenneti’nde Kibriye örtüsüyle perdeleyerek göstereceğini haber veriyor (Buharî, Müslim, Tirmizî).
Yani Cenab-ı Hak, mümin kullarına zatını gösterecektir. Fakat bu görme O’nun zatının tamamen anlaşılması, hiç noksansız görülmesi manasında değildir.
O’nu görmenin zevki kişiye göredir
Allahu Tealâ’yı görmek, O’nu bilmek, tanımak ve sevmek gibidir. Hiç kimse Cenab-ı Hakk’ı tam olarak bilmiş, tanımış ve sevmiş değildir. Ancak, her kul irfan derecesine göre O’nu sever. O’nu tam olarak görmek de mümkün değildir. Fakat farklı derecelerde de olsa görmek mümkündür. Bu da gören gözleri aydınlatmaya, seven gönülleri vuslat neşesiyle mest etmeye yetecektir.
Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Allahu Tealâ yüce zatını nurla perdelemiştir. Eğer o perdeyi açacak olsaydı bütün alem yanardı. (Müslim, İbnu Mace) Bu durum, dünya şartlarında böyledir. Gözlerimiz dünyada O’nu görmeye güç yetiremez. Allahu Tealâ’nın cemalini görme saadeti cennette gerçekleşecektir. Allahu Tealâ cennette müminlere ayrı bir güç ve özel bir kabiliyet verecek, cemalini öyle gösterecektir. Ancak her kulun Yüce Mevlâ’ya yakınlığı ve Cemalullah’ı seyirdeki zevki bir olmayacaktır. Herkes, dünyadaki iman, irfan ve edebine göre farklı tatlar alacaktır.
O, yönlerle sınırlı değildir. O’nu görmek de...
Allahu Tealâ’yı görmek için bir mekâna ve yöne de ihtiyaç yoktur. O şu anda bizi ve bütün varlıkları görmektedir. Bu görmesi bir yön, mekân ve zaman ile sınırlı değildir. O herşeyi yöne, zamana ve mekâna bağlı olmadan görür. Görmesi göz gibi bir vasıta ile değildir. Kendisini de ahirette bütün yönlerden uzak, zaman ve mekândan arınmış bir şekilde, bildiğimiz şartlara bağlı olmadan gösterecektir. Bu haktır, gerçektir. Buna inanmak ve hazırlanmak gerekir. Allahu Tealâ’nın ahirette görülmesi Kur’an, Sünnet ve alimlerimizin görüş birliği ile sabittir. İnkâr eden, cahil veya gafildir. Cezası da bu nimetten mahrum olmaktır.
Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Yüce Rabbimiz’i görmek için ölmek gerekir (Müslim, Tirmizî).
Kim Allahu Tealâ’ya kavuşmayı sever ve isterse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allahu Tealâ’ya kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez. (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Onun için aşık müminler, bir an önce O’na kavuşmak için can atarlar.
“O gün nice yüzler rablerine bakarlar”
Şimdi, bizlere Allah’ın cemalini görme nimetini müjdeleyen ayet ve hadisleri görelim. Böylece hem konuya daha çok vakıf olacak, hem de şevkimiz artmış olacaktır.
Yüce Rabbimiz buyurur ki: “O gün nice yüzler nur içinde parlamaktadır. Rablerine bakmaktadır.” (Kıyame/22-23)
“Allah için güzel amel işleyenlere en güzel karşılık (Cennet) ve bir de fazlası (Allah’ın cemalini seyretme) vardır.” (Yunus/26)
Rasulullah A.S. Efendimiz bu ayeti okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra, Allah tarafından görevlendirilmiş bir melek şöyle seslenir:
- Ey Cennet ehli! Allahu Tealâ’nın size verdiği bir sözü var, şimdi onu yerine getirmek istiyor. Bunu duyan Cennet ehli:
- Allah bizim yüzümüzü parlattı, terazimizi sevaptan yana ağır getirdi, bizi cennetine koydu, cehennemden kurtardı ya! derler.
O anda Alleh cemalinden perdeyi kaldırır. O’nu seyrederler. Vallahi Allah onlara, cemaline bakmaktan daha güzel ve gözü aydınlık edecek bir nimet vermemiştir.” (Müslim, Tirmizî, Nesaî)
Ashabtan bazıları, “Ya Rasulallah! Ahirette Rabbimiz’i görecek miyiz?” diye sordular. Rasulullah A.S. Efendimiz de,
“Siz bulutsuz bir gecede dolunayı görmek için bir zorluk çekiyor musunuz? diye sordu. Ashab,
“Hayır ya Rasulallah” dediler. Efendimiz tekrar:
“Bulutsuz bir günde güneşi görmekte bir zorluğunuz olur mu?” diye sordu. Ashab,
“Hayır!” dediler. Rasulullah A.S. Efendimiz de,
“İşte Rabbiniz’i de bu rahatlık ve netlikte göreceksiniz” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî, İbnu Mace)
Cerir b. Abdullah R.A. anlatıyor: “Gece vakti Rasulullah A.S. Efendimiz ile birlikte oturuyorduk. Efendimiz bir ara ondördündeki dolunaya baktı, peşinden şöyle buyurdu: ‘Hiç şüphesiz şu dolunayı rahat ve açıkça gördüğünüz gibi Rabbiniz’i de göreceksiniz. Siz, gücünüz yettiğince güneş doğmadan ve batmadan önceki namazları muhafaza etmeye çalışın.’
Allah Rasulü A.S. peşinden şu ayeti okudu: Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbin’i hamd ile tesbih et ki, O’nun hoşnutluğuna ulaşasın.” (Taha/130) (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî)
Bu hadiste, cenneti ve Cemalullah’ı isteyenlerin namaza sarılması gerektiğine işaret vardır.
Cennette Allahu Tealâ’nın cemalini seyretme cuma günleri olacaktır. O gün cennet ehlinin bayramıdır. (Ebu Ya’la, Heysemî)
Allahu Tealâ cennette müminlerle konuşacak, onlara selam verecektir. (Yâsin/55-58) Bu ne büyük mutluluktur!
Talep eden, isteğine kavuşur.
Bütün bunlar doğru ve sağlam bir imanın ve Allah rızası için yapılan salih amellerin neticesidir. Rabbini seyretmekle şereflenecek gönlünü ve gözünü temiz tutanlara ne mutlu!
Rasulullah A.S. Efendimiz Allahu Tealâ’yı miraçta görmüştür. Sahih olan ve kalplerin huzur bulduğu görüş budur. Bu saadet, dünyada Efendimiz’den başkasına nasip olmamıştır.
Dünyada arifler, Allahu Tealâ’nın zatını değil, azamet ve kudretinin tecellilerini görürler. Buna müşahede denir. Yüce Rabbimiz’le dünyada konuşmak mümkündür.
Allahu Tealâ’yı rüyada görmek mümkündür. Bu caizdir ve gerçekleşmiştir. Efendimiz A.S. Rabbimiz’i çok defa rüyasında görmüştür. Mezhep imamlarından ve salihlerden çoğu Allahu Tealâ’yı rüyada gördüklerini anlatırlar.
Efendimiz A.S.’ın diliyle dua edelim:
“Allahım! Senden ölümden sonraki hayatın rahatlığını, cemalini seyretmenin lezzetini ve sana kavuşmanın şevkini isteriz.”
Nurullah ToprakMenzil.net'ten alınmıştır.

Cennet'te duygular tatmin olunca, Herkes rahat, herkes huzur bulunca,Gözler, gönüller, nefisler doyunca, Eşler karşılıklı mutlu olunca, Ve tüm zevkler en doruğa çıkınca, Cennet nimetleri tamam olacak. Ama ruhlar, yine garip kalacak! Ancak Cemâl ile tatmin olacak. Allah yiyiniz, içiniz diyecek, Ne dilerseniz vereyim diyecek. Nefisler, bedenler yeter diyecek, Bütün nimetlerin tamam diyecek. Ruhlar bu hitaba aşık olacak, Hem bedeni, hem Cennet'i aşacak. Seni isteriz, seni diyecekler, Göster bize cemâlin diyecekler. Madde ötesi varlık olan ruhlar, Madde ile nasıl tatmin olsunlar? Cennet ruhlara yetersiz kalacak, Onlar Allah aşkı ile yanacak. Allah, mü'minlere hitap edecek, Kullarım sizden razıyım diyecek. Ruhlar ve gönüller daha coşacak, Allah'ın aşkı onları yakacak. Ya Rab! seni isteriz diyecekler, Göster bize cemâlin diyecekler. O an Cennet'i bir nûr kaplayacak, Ama o nûr, başka bir nûr olacak.Cennetlerde ruhsal feyiz olacak, Tüm mü'minler Allah diye yanacak.Ruhlar, Cemalullah ile yanarken, Mevlam! seni isteriz, seni derken, Rabbü'r-Rahîm'den selamlar gelecek,Allah kullarına selam verecek. Bu selamı tüm duygular duyacak, Hücreler tek, tek selamı alacak. Bu selamla Cennet ehli coşacak, Güzel Cennet, daha güzel olacak. Ruhsal zevkler maddeleri aşacak, Cennet ehli gerçek aşkı tadacak. Aşkla yanan gönüller yalvaracak, ''Len terânî'' ye razı olmayacak. Gönüller Tûr-i Sîna'yı aşacak, Ve makamı mi'rac'a ulaşacak. Ruhlar, yana, yana kemal bulunca,Velayet makamları aşılınca, Gönüller cennetlerden arınınca, Ruhlar yalnız Allah diye yanınca, Ruhsal seyr-u sulûk tamamlanınca,Manevi perdeler tek tek kalkacak!Aşıklar, maşûkuna kavuşacak.
ALLAHU EKBER